10 Mayıs 2025 Cumartesi

 

ÜTOPYA VE DİSTOPYA ARASINDA: İTALYA

Türk ütopyası ya da distopyası mümkün mü? Birileri, kendi bakış açısına göre ikisinin de olabileceğini söylüyor ama bunu söyleyenlerin hiçbiri, sistemli bir görüş sunabilecek durumda değil. Çünkü bireysel özgürlükten üretime, eğitimden inanca, sanattan bilime kadar hemen her alanda geçerli sistem tasarlayıp kapsamlı ve tutarlı bir yapı inşa etmek çok zor. Bu, günümüzde bizim aramızda pek az insanın ulaştığı bir seviyedir. Peki tarihimizde hiç mi dört başı mamur ütopya yazılmadı? Yazıldı ama o dönem yüzlerce yıl önceydi.

Ütopya yazımı; sistematik, bütüncül ve oylumlu yaklaşım gerektireceği için en azından şimdilik pek mümkün görünmüyor! Bu nedenle Türkiye yüzyılı vb. ifadeler, ütopik hedef silsilesi bile olamıyor, günlük siyasetin ötesine geçemiyor. Ütopyaların bazılarının neredeyse gerçek olduğu bu zamanda, metaların büyüsüne kapılmış ve sonuçların hapishanesinde kalmış Türkler ve Müslümanlar için temenni ve hayallerden öte bir kurgu bile başarılabilir değil. Yaşadığımız ortam ve şartlarda -düşünsel bütünlük ve sosyal sistem özelliği taşıyan bir ütopya kurmak şöyle dursun- vasat bilimsel, edebî ve sanatsal üretimlerin dışında “Yüzüklerin Efendisi” gibi fantastik anlatı ya da “Hay Bin Yakzan” gibi felsefi hikâye ya da “Matriks” gibi bilim kurgu üretmek dahi imkânsız görünüyor.

Güç ve çıkarını korumak için üretilen propaganda ve yalana dayalı politik vaatlerin, sürekli kendinden menkul ileri olduğu algısıyla kibirli orta sınıfa ait kuruntuların veya yoksul geniş halk kesimlerine ait alelade hayallerin bir ütopya üretmesini beklemek imkânsızdır. Bunların ütopya üretmek bir yana günlük hayatı bile bir adım öteye götüremeyeceği gerçeği ortadadır.

ÜTOPYA

Ütopyayla ilgili bu karamsar görünen ama gerçekçi tespiti en başta yaptıktan sonra söz konusu tarza adını veren Thomas More’dan hareketle şu anki toplumun tepe noktalarını konuşabiliriz. More, var olan durumdan rahatsızlığını ifade etmek ve daha iyisinin mümkün olduğunu belirtmek için hayali bir ülke kurmuş, bu ülkenin şehirleri, kırsal alanları ve insanları üzerine söz söylemiştir. Doğumdan ölüme kadar geçen insan yaşamında eğitim ve sanattan din ve bilime kadar her alanda oluşturulan ya da oluşturulabilecek hayalî bir ülkeyi anlatmıştır. Bu ülkenin tarihini ve sistemini, ekonomisinden sanatına kadar düzenleyip sunmuştur. Söz konusu Ütopya ülkesini görüp anlatan kahraman ise Raphael’dir. Raphael’in birikiminin yönetim katında değerlendirilmesi üzerine Peter, More ve Raphael arasında yapılan tartışmalar ise gerçekten öğreticidir:

"Doğrusu, sevgili Raphael," dedi "niçin bir kral yanına girmediğinize şaşıyorum. Hangisine başvursanız sizden hoşlanır ve yararlanır. Boş zamanlarında bütün bu bildiklerinizi seve seve dinler, değişik memleket ve insan örneklerinden değerli dersler alırdı. Üstelik siz de hem kendinize hem de ailenize, dostlarınıza, parlak bir durum sağlardınız."

"Ailemden yana pek kaygım yok," dedi Raphael, "onlara karşı ödevimi yaptım sanıyorum. Herkes varını yoğunu ihtiyarlığında, ölüm döşeğinde, elleri zaten hiçbir şey tutamaz olunca başkalarına bırakır. Bense genç ve sapasağlamken her şeyimi yakınlarıma verdim. Bana bencil demeye dilleri varmaz herhâlde, daha fazla para kazanmak için benim bir krala kölelik etmemi isteyemezler."

"Yanlış anlamayın," dedi Peter; "ben sizin kral yanına uşak olarak değil bakan olarak girmenizi söylemek istedim."

"Krallar, dostum, ikisini pek ayırmazlar birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet eden bir adam diye görürler." (Utopia 2022, 7-8)

Peter’in teklifine Raphael’in tepkisine rağmen Thomas More, kralın yanında olunmasında ısrarcıdır:

“Ama bana öyle geliyor ki sizin kadar büyük yürekli, olgun düşünceli bir adam rahatlığı pahasına da olsa zekâsını kamu işlerinde kullanmalıdır. Bunu en verimli olarak yapmanın yolu da büyük bir kralın danışmanları arasına girmektir. Çünkü siz nasıl olsa şerefinize ve doğruluğa aykırı tek söz edemezsiniz. Bildiğiniz gibi kral öyle bir kaynaktır ki iyilik de kötülük de oradan sel gibi akar halkın üstüne. Devlet işlerine alışkın olmasanız bile bunca bilginiz ve zekânızla en cahil bir krala bile çok yararlı bir bakan olabilirsiniz." (Utopia 2022,  8)

More’un bu itiraz ve önerisine karşı Raphael, en tepedeki yöneticinin etrafında bulunan, kendilerine danışılan kişileri ve onların özelliklerini sıralar:

“Bunların bir kısmı ağızlarını açmaz çünkü söyleyecek sözleri yoktur, kendileri akıl danışmak durumundadır. Bir kısmınınsa akılları erer, işe yarayacaklarını da bilirler ama her zaman gözde olan yetkilinin düşüncesini paylaşırlar, ortaya attığı budalalıkları alkışlarlar. Bütün bu aşağılık asalakların tek kaygısı, yüz karası bir dalkavuklukla, kralın tuttuğu adamın desteğini kazanmaktır. Bir diğer kısmı da kendilerini beğenmiş kişilerdir, yalnız kendi düşüncelerine değer verir, kimseyi dinlemezler… Yükselme tutkusunun, para kaygısının ya da kendini beğenmişliğin ağır bastığı bu danışma kurullarında yapılan nedir? Biri çıkar da geçmiş zamanlardan ya da yabancı ülkelerden örnek getirip yeni bir düşünce ileri sürecek olursa bütün dinleyenlerin akılları başlarından gider; hepsini hele kendisini beğenmişleri bir telaştır alır, akıllılık ünlerini yitirmekten, budala sayılmaktan korkarlar… Onlara bakacak olursanız, atalarından daha akıllı bir adam çıktı mı insanlık batar. Bununla beraber atalarımızdan kalan en güzel kurumları yaşatmakta, geliştirmekte hiç de ateşli değiliz. Biri onları düzeltmeye, yenileştirmeye kalktı mı ilerlemeye katılmamak için eskiye sarılırız. Her yerde bu küflü, bu saçma, bu böbürlü kafaları görmüşümdür.” (Utopia 2022, 9-10)

Raphael’in anlattıklarına göre yönetim katının ekonomi konusundaki durumu ise daha vahimdir:

“Şimdi para işlerine gelelim. İçeride nasıl bir yönetim ve adalet yolu tuttuklarına bakalım.

Biri çıkar, krala der ki: Devlet paranın değerini verirken artırsın, alırken indirsin. Böylelikle kral hem borçlarını kolayca öder hem de hazinesini hemen doldurur.

Bir başkası, yalancıktan bir savaş ihtimalinden söz edip yeni bir vergi koyalım, der: Paralar toplandıktan sonra kral barıştan yana olduğunu söyler ve bu mutlu kararın kiliselerde büyük törenlerle kutlanmasını ister. Halk bayram eder, halkının kanı dökülmesin diye savaştan vazgeçen merhametli kralını göklere çıkarır.

Bir başkası krala çok eskiden konmuş ama unutulup gitmiş, küf tutmuş bir yasayı hatırlatır: Kimse bu yasayı bilmediği için herkes çiğnemektedir. Ona uygun olarak yeniden cezalar yerine getirilmeye başlandı mı bir gelir kaynağı, hem de şerefli bir kaynak sağlandı demektir.

Bir başkası şöyle bir yolu daha kazançlı görür: Yüksekçe para cezaları isteyen yeni yasaklar çıkaralım, bu yasakların çoğu halkın yararına olsun. Kral bu yasaklardan çıkarlarına zarar gelecek kişilere büyük paralar karşılığı olarak kaçamak yolları versin…

Bir başkası krala yargıçlarla anlaşmayı, çıkarlarını, onlara sağlatmayı salık verir: Efendimiz der, yargıçları sarayına çağırmalı, sofrada onlarla hazinesini ilgilendiren sorunları tartışmalı. Bir dava ne kadar haksız olursa olsun onu haklı gösterecek bir yargıç bulunur.” (Utopia 2022, 28-29)

More, Raphael’in bu sözlerine rağmen yine de iddiasında ısrara devam eder: “Sizin ilkelerinizin tam karşıtlarıyla yetişmiş insanlar karşısındasınız: Bütün düşündüklerinin saçma ve haksız olduğunu yüzlerine vurursanız elbet dinlemezler sizi. Dikine değil, yanlamasına gideceksiniz. Doğruyu yerinde ve ustalıkla söyleyeceksiniz. Çabalarınız iyilik getirmese bile kötülüğün azalmasını sağlar hiç olmazsa her şeyin iyi olması için bütün insanların iyi olması gerekir. O da yarın öbür gün olacak işlerden değil." (Utopia 2022, 32)

More’un açıklama karşısında Raphael ‘in yeni sözleri şunlardır:

"Dediğiniz gibi yaparsam ne olur bilir misiniz? Başkalarını delilikten kurtarayım derken kendim sapıtırım.” (Utopia 2022, 32)

Bunu dedikten sonra Raphael, sohbet ilerledikçe sözlerine şunları da ekler:

“Herkese aykırı gelir, alaya alınır, saçma bir yenilik sayılır diye insanlığın acı gerçeklerini ortaya atmamak korkaklık ya da kötü bir sıkılganlıktır. Öyle değilse İncil'i hiç açmamalı ve İsa'nın yolunu Hıristiyanlardan saklamalı. İsa Havarilerine susmayı ve gizlemeyi yasaklıyor ve şöyle diyordu onlara sık sık: “Benim alçak sesle kulağınıza söylediklerimi siz yüksek sesle, ulu orta söyleyeceksiniz.” İsa'nın söyledikleriyse bizim dünyamıza benim konuşmamdan daha da aykırı gelecek şeylerdi. İsa'nın usta sözcüleri sizin demin dediğiniz gibi yanlamasına bir yol tuttular; insanların, kötü alışkanlıklarını Hıristiyanlığa uydurmaktan kaçındıklarını görünce İncil'i insanların kötü alışkanlıklarına göre eğip büktüler. Bu ustaca manevra nereye götürdü onları? İnsanların vicdan rahatlığıyla kötülük edebilmelerini sağlamış oldular. Kralların yanında benim alacağım sonuç daha parlak olmayacak… Bunlar öyle işler ki ya girmem diyeceksiniz ya da girip suç ortağı olacaksınız. En korkunç düşüncelere katılmanız, bir vebadan daha tehlikeli kararlara oy vermeniz gerekecek…” (Utopia 2022, 33-34)

Ütopya’daki bu tartışmalar bugüne dair çok şey hissettiriyor. Ülkemiz özelinde uzak hedefler, 2071, çılgın projeler gibi ütopik sözler ve onlarla beraber tersinden söylenen hanedan oluşacak, istibdat geri gelecek, nefessiz bir kontrol toplumunda yaşayacağız gibi distopik sözler var. Bu sözler, gerçeğin uzağında duruyor çünkü Türkiye, kendi vasatını yaşayarak yoluna devam edecek gibi görünüyor. Dün neysek bugün de yaklaşık oyuz. Değişen bir şeyin olmayışı, dinginlik ve ermişlikle ulaşılan bir mertebe değil hiç başlamamakla ilgili bir atalettir.

İTALYA

“Toplumun idarecileri Ütopya’daki gibiyken idare edilenler ne durumda?” diye düşünürsek Goethe’yi ve onun İtalya Seyahati adlı eserini aklımıza getirmek yerinde olacaktır. Yoksulları, orta sınıftaki insanları ve zenginleriyle bu toplumu anlamak, pek çok toplumdaki yönetilenlerin durumunu anlamaya yardımcı olacaktır. Bu insanların bir ütopya beklentisi ya da distopya çekincesi olabilir mi? Olsa bile bu durumu umursamaları ihtimali var mı? Evet, bu soruların cevabını aradığımız noktada Goethe’nin İtalya’da yaşayanlar hakkındaki gözlem ve yorumları dikkate değerdir. Goethe’nin anlattıklarına göre dönemin İtalya’sında gürültü patırtı eksik olmuyor, insanlar hep eğleniyor ama bunun yanında ruhu ısıtmayan bir şeyler var gibidir. Eğlenen, gürültü patırtı yapan insanlar bile mutsuzdur. Bu insanların gerçek bir neşe ve mutlulukları yoktur, derinde bir kaygı ve mutsuzluk yaşamaktadırlar. Bunun gerçek nedenini ekonomik duruma işaret ederek açıklıyor Goethe: “Taşkınlıklar nihayet sona erdi! Sayısız ışıklar dün gece çılgınca bir manzara arz ediyordu. İnsan kendini Roma karnavalını tekrar görmek arzusundan tamamen kurtarabilmek için, bunu bir kere görmüş olmalı. Bunu yazı ile tasvir imkânsız, ağızdan dinlemek herhâlde daha eğlenceli olacak. Bu işin hoş olmayan tarafı, insanlarda içten gelen bir neşenin eksikliği ve sahip oldukları azıcık neşelerini de açığa vurabilmek için kâfi paraları olmaması. Zenginler tutumlu ve kendilerini kapıp koyuvermiyorlar, orta sınıf parasız, halksa tembel. Son günler de gürültü müthiş fakat içten gelme neşe eksikti. Sonsuz berrak ve güzel gökyüzü, aşağıdaki bu çılgınlıkları asalet ve saflıkla seyretti.” (İtalya Seyahati 1990, 260)

Ekonomik zorluklarla ezilmiş parasızlıktan yılmış ve geleceğine dair makul ve güzel hayaller kuramayan bir toplumdan ne beklenebilir ki? Böyle bir durumda geriye ancak sahte gülmeler ve insanın kendini kandırdığı eğlenceler kalır. Eğlenirken bile kişilerin ruhlarında derin bir kaygı vardır. Gelecekten ciddi bir beklentileri olmayan bu insanların neşe veya eğlencesi birdenbire kavgaya dönebilir ve insanlar birbirini kolayca öldürebilirler:

“Bu millet hakkında ancak şunu söyleyeceğim: Mağara ve ormanlarda yaşasaydılar ne olacak idilerse bütün bu din ve sanat azamet ve ihtişamı içinde de yine ondan bir parmak bile üstün olmayan tabiat mahlûkları. Bütün yabancıların gözüne batan ve bugün yine bütün şehrin bahis mevzuu ettiği öldürme vakaları, burada bir fevkaladelik teşkil etmiyor. Bunu sadece laf olsun diye konuşuyorlar. Şu son üç hafta içinde sade bizim civarda dört kişi öldürüldü. Bugün de Schwendimann’ı, burada çalışan İsviçreli bir madalyon sanatkârını, Heldinger’in son şakirdini öldürdüler, tıpkı Winkelmann’a yaptıkları gibi. Boğuştuğu katil, sanatkârı yirmi yerinden bıçakladıktan sonra, tam devriyenin yetiştiği sırada kendini de bıçaklamış. Bu, buranın modasına uygun olmayan bir tarz. Çok defa katil bir kiliseye sığınıyor ve böylece her şey yoluna giriyor.” (İtalya Seyahati 1990, sayfa 208)

O dönemdeki İtalya’da olduğu gibi ekonomik anlamda çökertilmiş bir toplumun ne ütopya ne de distopya umurunda olacaktır. Böyle bir toplumun durumu, Thomas More’un Ütopya adlı eserinde esas kahraman olan Raphael’in dediği gibidir: Politika ahlakının ilkeleri şunlardır ve devleti yönetenler bunlarda anlaşmışlardır: 'Bir ordu besleyen kralın ne kadar parası olsa azdır.' 'Kral, istese bile, haksızlık edemez.' 'Kral uyruklarının ve mallarının ortaksız sahibidir: Uyruklar herhangi bir şeyden, kralın keyfi istediği ölçüde yararlanabilir.' 'Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur.' 'Zenginlik ve özgürlük devlete başkaldırmaya, hor bakmaya götürür. Özgür ve zengin adam haksızlığa, zorbalığa kolay katlanamaz.' 'Yoksulluk ve açlık yürekleri çökertir, ruhları körletir, insanları acı çekmeye, köle olarak yaşamaya alıştırır: Öylesine ezer ki onları, boyunduruklarını sarsmaya güçleri kalmaz.' (Utopia 2022, 29)

SONUÇ

Bugün, ütopya ve distopya söylemleri arasında yaşadığımız asıl gerçek İtalya'dır. Nasıl ki geçmişin azametine rağmen İtalya’nın yakın zamandaki ve -doğal olarak- mevcut hâli buyken İtalya için bir ütopya kurgulamak mümkün değildir. İtalya böyleyken düşünme ve üretmeyi yüzlerce yıl önce terk eden, rüya ve hayal aleminde yaşayıp kaba eğlenceyle meşgul, El Medinetül Fazıla’dan TOKİ mahallesi düzeyine inmiş, Erdemliler Şehri’nden rant keşmekeşine girmiş bir toplumdan somut veya soyut bir üretim beklenemez. Ütopya kurgulayabilecek seviyede olmanın da makul, müreffeh ve sıhhatli toplum olmayı başarmanın da yolu; düşünsel ahlaki ve pratik tercihlerini tümüyle değiştirmek ve kendini dönüştürmekle mümkündür. Çünkü “İlahi Metin”de çok net ifade edildiği gibi herkese kendi çalışmasının karşılığı vardır.

J. W. Von Goethe, İtalya Seyahati I, MEB Yayınları, İstanbul 1990.

Thomas More, Utopia, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2022.


31 Aralık 2023 Pazar

 

YAHUDİ SORUNU

“Yahudi Sorunu” 18.yüzyılın ortalarından bu yana Batı dünyasında tanımlanmış ve işlenmiş bir sorun olarak literatürde yerini almıştır. Bir insan topluluğunun doğrudan doğruya sorun biçiminde tanımlanması özel bir durumdur. Çünkü belli bir ırktan veya milletten olan kişilerin, belli bir inanç veya düşünce sisteminin bağlılarının veya belli bir dinin mensuplarının sorun olarak tanımlanması sıradan olamaz. Bu durum insan grupları arasındaki rekabet, husumet, savaş, egemenlik kurma ya da boyunduruk altında kalmayla da açıklanamaz. Bunların çok ötesinde doğrudan doğruya sorun olmak veya sorun olarak tanımlanmak özgün bir durumdur.

Yahudi Sorunu’nun çözümü noktasında çeşitli düşünürler kendilerince çeşitli çözümler getirmiştir. Burada Yahudilerin uyumsuz görülmeleri nedeniyle özel oluşturulmuş alanlar biçimindeki gettolarda yaşamalarından kendilerine ait kılınmış yerde -Madagaskar’da, Uganda’da veya Filistin’de hatta bazı kurgu yapıtlarda olduğu gibi Ay’da- toplanıp orada yaşamalarına kadar farklı düşünceler dile getirilmiştir. Bu nedenle güncel olayların yansıması ve sonucu “Filistin Sorunu” olarak gündemimizde duran sorunun temelini tarihsel değişim ve gelişmelerin çerçevesinde anlamak gerekmektedir. “Filistin Sorunu, Orta Doğu Sorunu, Suriye Sorunu” gibi türevleriyle birlikte söz konusu sorunlar yumağının kaynaklarından en önemlisi Yahudi Sorunu’dur.

Yahudi Sorunu’na çözüm önerenlerin bir kısmı, Yahudiliğin yorumunun değiştirilmesiyle sorunun çözüleceğini iddia etmiştir. Bu nedenle -Yahudi Sorunu’na içlerinde Yahudilerin de bulunduğu- çözüm arayanların önerilerinden biri sekülerleşmedir. Öneri sahiplerinin iddiasına göre, sekülerleşme sayesinde ortaya çıkan laik uygulamalarla Yahudi Sorunu kendiliğinden çözülecektir. Bazı düşünürler ise Yahudi Sorunu’nun çözümünün Yahudilerin Yahudilikten vazgeçmesiyle mümkün olacağını söylemişlerdir. Hatta Yahudi Sorunu’nun eski bir algılama ve tanımlama olduğunu bilmeden, en son gayriinsani yaklaşımlarıyla Nazilerin “Yahudi Sorunu İçin Nihai Çözüm” yaklaşımını anlamak mümkün olmayacaktır.

MARX’IN YAKLAŞIMI

Marx’ın Yahudi Sorunu adlı çalışması da doğrudan doğruya bir kabulden hareket etmektedir. Kendisi de Yahudi kökenli olan Marx, Yahudi Sorunu diye bir sorunu daha en başta kabul etmekte ve bu soruna çözüm önermektedir. Marx’a göre Yahudi Sorunu’na çözüm, doğrudan Yahudilikten kurtulmak ve Yahudiliği terk etmektir. Yahudi Sorunu adlı makalesini de Bruno Bauer tarafından yazılan Yahudi Sorunu (1843) adlı kitabı eleştirmek için kaleme almıştır. Bauer, siyasal alandan dinin çıkarılması ve Yahudilerin dinî bilinçlerinden vazgeçmeleri sonucunda ortaya çıkacak sekülerleşmenin Yahudi sorununu çözeceğini düşünüyordu. Ona göre dinî talepler “İnsan Hakları” fikriyle bağdaşmıyordu. Siyasi özgürleşme ancak sekülerleşmeyle mümkündü. Marx ise bu görüşe şiddetle saldırmış, dillendirilen çözüm önerisinin yanlış olduğunu iddia etmiştir. Marx’a göre “seküler devlet” dine karşı değildi, aksine varlığını kabul ediyordu. Çünkü siyasal alanda dinin ya da mülkiyetin kaldırılması, toplumsal alanda dinin ya da mülkiyetin ortadan kaldırılması anlamına gelmiyordu. Karl Marx, sadece dinlerden değil tüm ekonomik ve politik bağlardan da özgürleşmenin zorunluluğuna inanıyordu. Bu inancına rağmen özellikle Yahudileri veya Yahudiliği sorun olarak görmesi ilginçtir. Anlaşılıyor ki Avrupalı bir düşünür ve eylemci olarak Marx, tanımlanmış ve literatüre yerleşmiş biçimiyle Yahudi Sorunu’nu ele almıştır. Âdeta Avrupalılara ve dünyaya Yahudi Sorunu’na karşı “Benim çözümüm en iyi çözümdür.” gibi vurgulu bir anlatım seçmiştir. Marx, bu yaklaşımıyla özel ilgiyi hak etmektedir. Bizim gayemiz ise güncel ağırlığıyla muhatap olduğumuz resmî Yahudi devletinin Filistinlilere yönelik soykırıma varan emsalsiz zulmünün köklerini işaret etmek ve Marx’ın Yahudilere yönelik tespitlerine dikkat çekmektir.

Yahudi Sorunu adlı kitapta Marx’ın bu kitabı yazma gerekçesi şöyle açıklanmaktadır: “Bu makale, bu konudaki çalışmalarında Yahudilerin özgürleşmesi sorununu, Yahudicilikten özgürleşmelerine indirgeyen, genç Hegelci Bruno Bauer'e yanıt olarak yazıldı. Bir idealist olarak Bauer, ulusal çelişkileri kaldırmanın belirleyici aracı olarak dinsel ön yargıların üstesinden gelinmesini görüyordu. Onunla bu konudaki polemikler, Marx'a, yalnızca Yahudilerin değil tüm insanlığın ekonomik, politik ve dinsel bağlardan özgürleşmesi sorununu, Materyalist açıdan ele alma olanağını sağladı.” (Marx 1997, 53)

Marx, Batı’daki özellikle Fransa ve ardından Kuzey Amerika’da ortaya çıkan gelişmelerle insanın özgürleşmesini gerçek bir özgürleşme olarak kabul etmemektedir. Marx’a göre var olan özgürleşme mülkiyetten özgürleşme değil daha çok mülk edinme özgürleşmesidir. Marx, Yahudi’nin teori dünyasına, Talmud’a veya Tevrat’a değil de pratiğine bakarak Yahudiliği çözümleyebileceğimizi söylemektedir. Bu bağlamda Marx’ın iddiasına göre Yahudi gündelik hayatta pratik Hristiyan, Hristiyan da pratik Yahudi’dir: “Yahudi’nin, Hristiyan’ın ve genel olarak dinsel insanın politik özgürleşmesi, devletin Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve genel olarak dinden özgürleşmesidir. Devlet, dinden, devlet olarak kendi biçiminde, kendi özüne uygun tarzda, devlet dininden özgürleşerek özgürleşebilir. Bu, devletin devlet olarak hiçbir dini tanımaması ama her şeyden önce kendini devlet olarak tanıması demektir. Dinden politik özgürleşme; sonlandırılmış, çelişkisiz bir dinsel özgürleşme değildir çünkü politik özgürleşme; insani özgürleşmenin sonlandırılmış, çelişkisiz bir biçimi değildir. Politik özgürleşmenin sınırı, insan bir kısıtlamadan gerçekten kurtulmamışken devletin o kısıtlamadan kurtulabilmesi, insan özgür bir insan olamamışken devletin özgür devlet olabilmesi noktasında beliriyor.” (Marx 1997, 16)

YAHUDİ’Yİ ANLAMAK

Marx, Yahudi’yi ve Yahudiliği anlamanın en iyi yolunun pratik hayattaki yansımaları değerlendirmek olduğunu söylemektedir: “Yahudi’nin gizini onun dininde değil, dininin gizini gerçek Yahudi’de arayalım. Nedir Yahudiliğin dünyasal temeli? Pratik gereksinim, özel çıkar. Nedir Yahudi’nin bu dünyalık dini? Bezirgânlık. Bu dünyalık tanrısı? Para. Pekâlâ! Bezirgânlıktan ve paradan, bunun sonucu olarak pratik, gerçek Yahudilikten özgürleşme, zamanımızın öz özgürleşmesi olabilirdi. Bezirgânlığın ön koşullarını ve öyleyse bezirgânlık olanağını ortadan kaldıran bir toplum örgütlenmesi, Yahudi’yi olanaksızlaştırmış demektir. Yahudi’nin dinsel bilinci, ince bir sis gibi, toplumun gerçek yaşamsal atmosferinde dağılıp çözülüp gidebilecektir. Diğer taraftan, Yahudi bu pratik özünü boş görür ve ortadan kaldırılışı için çalışırsa, kendini şimdiye kadarki gelişiminden kurtarmış, genel olarak insani özgürleşme için çalışmış ve öfkesini insani öz yabancılaşmanın en yüksek pratik ifadesine yöneltmiş olur… Yahudi’nin özgürleşmesi, son tahlilde insanlığın Yahudilikten özgürleşmesidir. Yahudi kendini zaten özgürleştirmişti ama Yahudi tarzında.” (Marx 1997, 45)

Marx, Yahudiliğin dayanakları konusunda da şunları söylemektedir: “Yahudi dininin dayanağı, esas olarak nedir? Pratik gereksinim, egoizm. Bu yüzden Yahudi’nin tektanrıcılığı (tevhid), gerçekte pek çok gereksinimin çoktanrıcılığıdır (şirk), kenefi bile tanrısal yasanın konusu yapan bir çoktanrıcılıktır. Pratik gereksinim, egoizm, sivil toplumun ilkesidir ve sivil toplum politik devleti tamamen doğurur doğurmaz, bu saf biçiminde görünür. Pratik gereksinimin ve özel çıkarların tanrısı paradır. Para, İsrail'in kıskanç tanrısıdır, önünde başka hiçbir tanrı varlığını sürdüremez. Para insanın tüm tanrılarını aşağılar ve onları metalara çevirir.” (Marx 1997, 48) Marx, Yahudi’yi ve Yahudiliği anlamanın yolunun pratikleri incelemek olduğunu ısrarla vurgulamaktadır: “Eksiksiz pratikte, Hristiyan’ın göksel saadet egoizmi, zorunlu olarak, Yahudi’nin maddi egoizmine, gereksinim yersel gereksinime, öznelcilik de özel çıkarlara dönüşür Yahudi’nin direngenliğini, diniyle değil ama tersine, dininin insani temeliyle -pratik gereksinimle, egoizmle- açıklıyoruz.” (Marx 1997, 52)

YAHUDİ VE HRİSTİYAN PRATİKLERİ

Yahudi Sorunu adlı kitapta Marx, Yahudilerin güncel hayattaki yaklaşım ve tutumlarına dair çok keskin ve net saptamalar yapmıştır. Marx, Yahudi sorununu Yahudilerin Yahudi kalarak çözemeyeceğini iddia etmektedir. Marx, aynı iddiayı Hristiyanlık için de ileri sürmektedir. Çünkü Yahudi uygulamalarında belirlediği hususlar Hristiyanlıkta da görülmektedir: “Hıristiyanlık Yahudilikten çıkmadır ve yeniden onda çözüşmüştür. Hristiyan baştan beri teorize eden Yahudi’ydi; Yahudi, bu yüzden pratik Hristiyan’dır ve pratik Hristiyan da yeniden Yahudi olmuştur. Hristiyanlık gerçek Yahudiliğe yalnızca görünüşte üstün gelmiştir. Pratik gereksinimin kabalığını, onu mavi göklere çıkarmanın dışında bertaraf edemeyecek kadar asildi, tinseldi. Hıristiyanlık Yahudiliğin yüce fikri, Yahudilik Hristiyanlığın kaba pratik uygulanışıdır.” (Marx 1997, 51) Marx, Müslümanlardan bahsetmese bile muhtemelen İslam için aynı iddiayı tekrarlayacaktı. Çünkü onun iddiası, tüm mülkiyet ilişkisinin toptan yok edilmesiyle oluşacak sosyal yapının ekonomik ve toplumsal alanı özgürleştireceği, dinsel inançlardan kopmakla da düşünsel özgürlüğün sağlanacağıdır. Bu nedenle onun genellemeciliğine değil de Yahudilerin pratiğine dair yaptığı somut belirlemelerin özgünlüğüne bakmamız gerekmektedir.

MÜSLÜMAN PRATİKLERİ

Marx, Yahudi Sorunu adlı kitabında son söz olarak “Yahudi’nin toplumsal özgürleşmesi, toplumun Yahudilikten özgürleşmesidir.” (Marx 1997, 52) demektedir. Yahudi Sorunu adlı kitapta Marx’ın eksik bıraktığı bir alan olarak Müslümanların pratiğine bakmak ise bize düşmektedir. Bunun için de önce Marx’ın şu tespitlerini de tekrar hatırlamak gerekmektedir. “O hâlde günümüz Yahudi’sinin özünü yalnızca Pentateuch'ta (Tevrat’ta) ya da Talmud'da değil, bugünkü toplumda da buluyoruz, üstelik soyut değil, en üst düzeyde ampirik bir öz olarak.” (Marx 1997, 52)  Bu yöntemle bakıp Müslümanlığın özünü; idealde, Kuran’da ya da sünnette değil de pratikte aradığımızda; Müslümanların inanç, düşünce ve tutumlarının; tanrısı para, dini tüccarlık olan Yahudilerinkinden farklı olmadığını görmekteyiz. Hâlbuki Müslümanların pratiği, namazın her rekâtında okunan Fatiha suresiyle belirtilen sıratımüstakim olmalıydı. Çünkü “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” ayetlerini yorumlayan müfessirler, sapmışların Hristiyanlar, gazaba uğrayanların ise Yahudiler olduğunu söylemektedir. Müfessirlere göre Hristiyanlar uhrevi ve mistik olana aşırı yönelişleri, Yahudiler ise dünyevi ve maddi olana düşkünlükleriyle Rabbimizin rızasından uzaklaşmışlardır. Bunlar arasında dengeli ve dosdoğru yolu seçmesi gereken Müslümanların mevcut hâli ise ortadadır. Her rekâtta bu sözü Rablerine veren Müslümanların hâlini/pratiğini ise evde, sokaklarda, ticarethanelerde, resmî veya sivil kurumlarda; ekrana veya sözlü ya da yazılı basına yansıyanlarda görmek mümkündür. Mevcut şartlar çerçevesinde ve olayların gölgesinde ise nihai söz olarak hem bir tespit hem de mükellefiyet bağlamında -Marx’tan ilhamla- son söz olarak şunu söylemek mecburidir: “Müslümanların özgürleşmesi, Müslümanların Yahudi tarzı düşünce ve pratiklerden özgürleşmesiyle olacaktır.”

Karl Marx, Yahudi Sorunu, Sol Yayınları, Ankara 1997.

(SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Kasım 2023/Rebiülahir 1444 tarihli 1094. sayısında yayımlanmıştır.)

 

DÖNGÜSEL GELEN BAHAR VE HELEZONİK YÜKSELEN YENİ

Geceyle gündüzün birbirini izlemesi, mevsimlerin art arda gelmesi gibi hayatın çeşitli alanlarındaki değişimlerin büyük bölümü döngüsel gerçekleşmektedir. Gözlenen bu periyodik değişmeler, insan için huzur ve güven de sağlamaktadır. Çünkü insan, gözlenemeyecek veya bilinemeyecek değişimler karşısında endişe ve kaygılarından kurtulup huzur bulamaz. Böyle bir durumda değişim ve yenilikleri anlamaya yönelik çaba da göstermez. Yani yeni ortaya çıkıp değişim yaşanınca bunu anlamaya yönelik bilinç biçimleri de döngüsellikle mümkün olmaktadır. Hayattaki değişim ve yeniliklerin bir bölümü olmasa da bu tipteki değişimleri de döngüsel değişimlere dayanarak anlıyoruz.

Yenilik ve değişim; zaman kuşatması içindeki kâinat, dünya, toplum ve insan için zorunluluğunun yanında nimet olarak düşünülebilir. Yeni, daima iyidir diyemesek de insan fıtratının yeniyi sevmesi ve doğanın işleyişinin bu minvalde olması, ontolojik bir gerçek olarak yeninin iyiliğini göstermektedir. Bununla beraber, hayatın içindeki değişim ve yeniliklerin bazen iyilik yönünde olmaması, yeni görünümlü şeyin aslında geçmiş mitolojik ve paganist düşünce ve inançlar ya da nefsani ve toplumsal sapma özelliği taşıması nedeniyledir diye de düşünebiliriz. Yoksa insanlığın esas tekâmül çizgisi, yenilikçi ve yükselişçi bir mahiyet taşımaktadır. Yatışmaz yapısıyla kâinat ve hayat, sürekli değişmekte ve tekâmül etmektedir. Söz konusu değişim ve tekâmülden akıl, düşünce, sanat ve bilim de beri değildir.

Değişimi ve Yeniyi Anlamak

Değişimi beraberinde getiren yeni karşısında verilebilecek iki tepki ortaya çıkıyor: Birincisi yeniyi anlamaya ve yeni duruma uyum göstermeye dönük olumlu tavırdır. İkincisi ise yeniyi reddetmeye, anlamamak için direnmeye, anlasa bile onu inkâra ya da kötülemeye dönük olumsuz tavırdır. Açıkçası, yeni karşısında değişimci ya da statükocu davranılabilmektedir. Bu noktada yolların başlangıcı olarak ifade edeceğimiz büyük insanlık macerasının yaratılış bölümünde melekler birinci yolu tercih ederken İblis ikinci yolu seçmiştir. Melekler anlamak için soru sorup değişimin nedenlerini anlamaya çalışmış, içtenlikle yardım istemiştir. Bu yaklaşımları sayesinde yeni duruma uyumlarıyla doğru olanı yapmışlardır. İkinci yolu seçen ise İblis’tir. Yeniyi anlamaya çalışmak yerine var olan durumu ileri sürerek yeniyi doğrudan reddetmiştir. Dolayısıyla yanlış yola yönelmiştir: “Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” demişti. Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi. Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler. Allah, şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.” Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?” dedi. Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. (Bakara Suresi 30-34)

Doğu’nun Döngüsü Batı’nın Yükseleni

“İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi aşırılıklardan uzak bir ümmet yaptık.” (Bakara Suresi 143.ayet) ilahi açıklamasına rağmen değişime karşı duran ve yeniyi reddeden zihniyetin insanlığın tanıklığı görevini ifa edemeyen topluluğa ait olacağı bir gerçektir. Bu topluluğun iman ve İslam iddiası kuru söz ve şekilden öteye gidemeyecektir. Çünkü Doğu ve Batı arasında aklederek yön bulup örnek olmak isteyen bir topluluğun orta ümmet olarak döngüleri aşıp yeniyi yükseltmek görevi vardır.

Yüzyıllardır skolastik bir mahiyete bürünerek donuklaşmış tasavvuf, fıkıh ve kelam döngüsünün girdabında debelenip duruyoruz. Yeni karşısında özne yerine nesne olmaktan kurtulamıyoruz. İçimizdeki en etkinler bile tepkisellikten öteye gidemiyor sadece savunmacı bir dil ve pratik üretiyor. Gördüğümüz her yeni, eğer olumsuzluk taşıyorsa “İslam zaten buna karşıdır.” eğer tutuluyor ve popülerse “O zaten İslam’da var.” cümleleriyle karşılanıyor. Kendi skolastik birikimimizi deşeleyip ilgisiz paralellik ve karşıtlıklar üretmekten öteye gidemiyoruz. Böyle olunca da yeninin özünü ve değişiminin yönünü gözden kaçırıyoruz. Çünkü ortada henüz kapsamını hatta kaynağını bile anlayamadığınız bir değişken yapı var. Bu noktada yaşadığınız şok, doğrudan tümüyle kabulü ya da tümüyle inkârı getiriyor. Şok durumu, düşünmenizi ve üretmenizi sağlamıyor. Reddimiz de kabulümüz de çözüm getirmiyor; sadece taklide dönüşüyor. Tümden ret veya tümden kabul arasında boğulup gidiyoruz. Gerçeğin kendisini veya yeniliği anlayıp kabul etmek imkânsızlaşıyor. Cioran’ın Rusya için verdiği örneğe benziyor durumumuz: “Batı’ya nazaran Rusya’da her şey bir derece üsttedir. Orada Kuşkuculuk Nihilizm, varsayım dogma, fikir ikona hâlini alır.”* Kanaatimizce aynı durum İslam dünyasında Rusya’dan beter yaşanmaktadır. Konular, kavram ve disiplinler aslından kat be kat uzaklarda anlaşılıyor ve yaşanıyor. Sert çatışma döngülerine giriliyor. Böyle olunca da doğru düşünme yolu aydınlanmıyor, hakikat bizden uzaklaşıyor. Döngüyü kavrama sabrı ve yeniye uyum gösterme cesareti olmayınca hâlimiz değişmiyor. Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek safdilliğinin içine gömülüyoruz.

Döngüsellikten Çıkıp Sığ İlerlemeye Derinlik ve Bütünlük Kazandırmak

Doğu kültürünün reenkarnasyon tarzı düşünsel çemberleri ve nefis olgunlaştırma süreçlerinin döngüselliği karşısında Batı kültürünün doğrudan ilerlemeciliği ve yüzeysel çıkışları var. Bunları anlayarak aşmak Müslümanların esas görevidir. Bugün kültürümüzü oluşturan doğrudan yerel veya yüksek mahkeme kararlarının toplamı olarak içinden çıkılmaz hâle gelmiş devasa hukuk mevzuatı, seyrisülûk aşamalarını ifade eden muazzam birikim olarak tasavvuf, aynı konular etrafında dolanana dolana yığınlaşmış ve katı tarafgirlikle sertleşmiş kelam; korkunç bir skalastizme dönüşmüş durumdadır. Var olan birikimi iyice tahlil edip genellemeci döngüselliği aşarak özgürlüğün yolunu açmak ve insana değer kazandıracak atılımlar yapmak; Batı’nın yüzeyselliğine derinlik kazandırıp parçacı yaklaşımına bütünsellik getirerek her ikisini de aşıp yeni bir söz ve eylem inşa etmek Müslümanların boynunun borcudur.

Döngüsel olanın bilgisini kavrayıp kabul ederek döngüyü aşmadıkça helezonik yükselen yeni durumları anlayıp buna uyum göstermenin imkânı yoktur. El-Kitab’ın muhkemlerine dayanıp müteşabihlerine anlam kazandırarak sabit ve değişkenleri bilirsek nelerin süreklilik taşıdığını nelerin değişim gerektirdiğini görürüz. İhya ve ıslah metodunu (reform ve devrim yolunu) keşfedersek ancak döngüyü kırabilir yeryüzünün varisi olabiliriz. Bu niteliklere sahip olmayan toplulukların döngü içinde çürüyüp gideceği, yükselen yeniyi üretmek bir yana maruz kaldığı yenilikleri bile anlayamayacağı ve ona uyum sağlayamayacağı ortadır. Döngüye kapılmış giden toplulukların yerini yeni toplulukların alması kaçınılmazdır. Zaten değişime kapalı toplulukların yüzleşeceği tek ve son yenilik de bu olacaktır.

Bireysel Özgürlük ve Kitle Enerjisi

Boğulmuş özgürlükler ve zincirlenmiş düşünceler diyarında, tekâmül edecek yeniliğe ve değişime gerekli uyumu gösterecek ve katkı sağlayacak kitle enerjisi kalmamış görünmektedir. Zihinleri ve hayatları kölece olan bu diyardaki toplulukların kendisi, yeniyi ve yeniliği üretmeyince değişime yelken açamamaktadır. Daha da kötüsü anılan topluluklar; doğrusu, yanlışı, yanlış gibi görünen doğrusu ve doğru gibi görünün yanlışıyla dışardan gelen yeniyi anlayamamakta, hazmedememektedir. Söz konusu dışarıdan gelen yeniyi; ya tümden reddedip hayat buna imkân vermediği için de bir noktada reddedip belli noktalarda benimseyince ortaya garabet durumlar çıkmaktadır. Mesela bu toplulukların kimi fertleri, başka araçlardan 15-20 tane alabilecekken fahiş fiyatlı bir otomobili kızıl tüylü deve kabul ederken giyim kuşamda olabilecek en katı direnişi sergileyebilmektedir. Reddeden cephenin bu tuhaflıklarına karşı diğer kesim ise yeni diye ne varsa kabul edip ret tayfasından da sığ bir hayat sürmektedir. Her iki yaklaşım, belli düzeyde komedi ve belli bir düzeyde de trajedi olarak önümüzde durmaktadır.

Yeni fikirlere kulak verip insaflı ve ön yargısız bir şekilde yeniliklere açık olmak, bunları akıl ve vahiy ölçülerine vurarak değerlendirmek; Müslümanların önemini bilerek daima vurguladığı objektif bir ilkedir. Çünkü Müslümanlar sözü dinleyip en güzeline uyarlar… “Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.” (Zümer Suresi 18. Ayet) İslam, kendi dönemi için tümüyle yeni bir anlayıştır. Öyle ki İslam, eskiyi ya yıkmış ya da değiştirip dönüştürmüştür. Değil mi ki İslam, yeniye kapanıp körü körüne eskiye bağlanmaya karşı çıkan inancın adıdır. Öyleyse her dönem dünyaya yeniden gelecek baharın yolu da odur.

* E. M. Cioran, Bilim ve Ütopya, 5.bs. (İstanbul: Metis Yayınları, 2015), 109-110

 

(SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Nisan 2023/Ramazan 1444 tarihli 1087. sayısında yayımlanmıştır.)

 

TOPLUMLAR NASIL ANIMSAR?

İnsanın bilinci ve belleği çokça ilgi çekiciyken toplumun bilinci ve belleğini çağrıştıran Toplumlar Nasıl Anımsar? adlı kitap fazlasıyla dikkat çekici oluyor. Toplumlar Nasıl Anımsar? kendisine yönelen bu ilgiye içeriği itibarıyla doyurucu bir karşılık veriyor. Kitap “Toplumsal Bellek, Anma Törenleri ve Bedensel Pratikler” başlıkları altında üç ana bölümden oluşuyor.

Bireysel ve Toplumsal Bellek

Bellek, her ne kadar bireysel bir yeti olsa da toplumsal bellek, ilginç biçimde bilinç dışı kolektif bellek olarak varlığını sürdürüyor. Bu noktada Connerton, “Batı, proleterya, parti gibi tarihin büyük “özneleri”ne artık inanmıyor oluşumuz, bu büyük anlatıların yok olduğu anlamına gelmez, günümüz koşulları hakkında düşünme ve bu koşullar içinde davranma yolları olarak bilinç dışı etkilerini sürdürmekte direttiklerini gösterir, bilinç dışı kolektif bellek olarak varlıklarını sürdürdükleri anlamına gelir.” demektedir. (Connerton 2019, 9) Demek ki bellek kavramının anlamı üzerine iyice yoğunlaşmak gerekmektedir. Bellek üzerine görüşler toparlandığında belleği üç bölümde değerlendirmek mümkün olmaktadır. Bellek türleri üzerine Connerton’ın söyledikleriyse şunlardır: “Birinci bellek türü kişisel bellektir. Bunlar konusunu bir kimsenin yaşam öyküsünden alan anımsama eylemlerini gösterir. Öteki bellek türü, bilişsel bellek savlarından oluşup sözcüklerin anlamlarını, şiirlerin dizelerini, şarkıları, öyküleri ya da bir kentin planını, matematik denklemlerini, mantıksal doğruları veya geleceğe ilişkin olguları anımsadığımızın söylenebildiği durumlardaki “anımsama” fiilinin kullanımlarını kapsar. Bir üçüncü bellek türü, yalnızca belli uygulayımı (performans) yeniden ortaya koyma yetimiz ile ilgili olup bundan başka bir şey değildir.” (Connerton 2019, 43) Connerton’a göre üçüncü tür bellek, alışkanlık belleğidir ve törenlerle ilişkili olan bellek de budur. Ayrıca Connerton, alışkanlık belleğinin araştırmacılarca ihmal edildiğini de ileri sürmektedir.

Modern Törenler

Geçmişin hayal ve anılarını taşıma görevi üstlenen törenlere, modern toplumlarda da rastlamak şaşırtıcı değildir. Törenler sadece anma/anımsama değil aynı zamanda yeniden canlandırma ve temsil niteliği de taşımaktadır. Bu nedenle modern dönemdeki ideoloji ve akımlar, düzenlerini yerleştirmek ve meşrulaştırmak için törenlerin söz konusu niteliklerinden yararlanmak istemiştir. paganların mevsimsel şenliklerinin Hristiyan törenlerine dönüştürülmesine benzer bir mekanizmayla Hristiyan törenlerinin Nazi törenlerine dönüştürülmesine modern dönemde tanık oluruz. Nazi Almanyası’nda ortaya çıkan bu görkemli törenlerin örneğini, İran’da Pers İmparatorluğu’nun kuruluşunun 2500. yılını kutlama törenlerinde, Yahudilerin Masada kutlamalarında ve ülkemiz özelinde icat edilen ulusal bayramların kutlamalarında görmek mümkündür. Bu törenlerin tamamı, anımsama/hatırlama ögesine dayanır fakat ilginç bir şekilde önceki dönem törenlerini unutturmak maksadına yönelmelerine rağmen önceki döneme ait ne varsa toplumsal belleğe iyice kazınmasına ve onlarının korunup taşımasına da hizmet etmişlerdir denebilir. Ulusal bayramların aynı zamanda dinî bayramları anımsatıp yeniden canlandırdığını, Ramazan ve Kurban bayramlarının değerini ve coşkusunu artırdığını iddia etmek mümkündür. Çünkü yeninin başlangıcı, eskinin bir halkası olarak devam etmektedir. Connerton, bu durumu şu sözlerle açıklıyor: “Başlangıç, toplumun sürekliliğinin yeni imgesi olarak hem açıkça hem de alttan alta bir anımsama ögesi olmadan düşünülemez.” (Connerton 2019, 27)   Ayrıca Connerton, sözlerine şunları da ekliyor: “Her türlü başlangıcın içinde bir anımsama ögesi yatar. Toplumsal bir grubun tümüyle yeni bir yol tutturmak üzere eşgüdümlü bir çaba gösterdiği durumlarda bu özellikle geçerlidir.” (Connerton 2019, 15) Burada amaç, icat edilen törenin bir önceki töreni geçersiz kılmasıdır. Bellek oluşturmaya başlamak için icat edilen tören, aynı zamanda bir bellek silme eylemidir. Fakat yine de Connerton’ın “Bir kurumu geçersiz kılan bir törenin ancak o zamana kadar söz konusu kurumu onaylayan öteki törenleri çağrıştırmasıyla anlam kazanacağı söylenebilir.” (Connerton 2019, 21) ifadelerine dayanarak modern törenlerin bir yönden önceki törenlere benzemesiyle eskiyi anımsamayı sağladığını iddia etmemiz mümkün olmaktadır.

Anma Törenleri

Törenler hem anımsama hem de katılım ögesi içermektedir. Bu noktada tarihsel kökleri vardır ve törenler aynı zamanda bu tarihsel kökleri vurgulamaktadır. Connerton, bu hususta şunları söylüyor: “Geçmiş bir tarihin kurucu olaylar kümesinin bir tören biçiminde anılıp kutlanarak geçmişin sürdürüldüğü yolundaki açık sav, hiçbir yerde, dünyanın büyük dinlerindeki kadar bol dile getirilmemiştir; öyle ki söz konusu bu savın ikide bir ileri sürüldüğü görülmektedir.” (Connerton 2019, 79) Yahudilerin Fısıh (Hamursuz), Seder, Şavuot, Purim, Hanukka ve Sebt törenleri; Hristiyanlarda Hayırlı Cuma ve Paskalya Yortusu, her pazar İsa’nın Son Akşam Yemeği’nin anısını yâd etmek için katıldıkları Komünyon töreni, bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu örneklere rağmen Connerton, İslam dini açısından var olan bir farklılığa da değinmektedir: “Yahudilikte ve Hristiyanlıkta bulunan ve tarihsel göndermeler içeren bir törenin gelişmesini sağlayacak önemli özendiricilerin İslam’da bulunmadığı doğrudur. Muhammed’in yaşamında simgesel belirsizlikler yoktur. Ve bir ruhban sınıfının bulunmaması, İslam törenlerinin gelişmesini çapları ve ayrıntıları bakımından sınırlamıştır ki bu, İslam dininin dışa dönük tezahürlerinde yalınlığın ağır basan özelliği oluşturması anlamına gelir.” (Connerton 2019, 83) Bu bağlamda Connerton, Müslümanların sadece iki bayramından söz etmektedir: “Başarılı bir şekilde sonuçlanmasını kutlamak üzere bir bayram yemeğinin de verildiği Hac ve oruç döneminin sona erişini gösteren bir bayram yemeğinin de verildiği Ramazan.” (Connerton 2019, 83)

Bedensel Pratikler

Tarih öncesi törenler, dinî törenler ve modern törenler olarak sınıflandırabileceğimiz törenlerde ortak özellikler tespit etmenin mümkün olduğunu söyleyen Connerton, takvim zamanının ilerleyici özelliğine karşın törensel zamanın döngüsel ve tekrarlı olduğunu işaret etmektedir. (Connerton 2019, 115) Bu döngüsellik ve tekrarlı oluş, toplumsal belleği canlı tutmaktadır: “Geçmişin versiyonlarını, geçmişi kendimize, onu temsil eden sözcüklerle ve imgelerle yeniden sunarak koruruz. Anma törenleri, bu pratiğimizin önde gelen örneğini oluşturur. Söz konusu törenler, geçmişi, geçmişin olaylarının temsil edici bir resmini çizerek kafamızda tutmaya yarar.” (Connerton 2019, 123) Bunlar geçmişin yeniden canlandırılmasıdır, belleğin korunması ve aktarılması noktasında yeniden canlandırma bedensel pratiklerle sağlanmaktadır: “Bu tür yeniden canlandırmaların retorik inandırıcılığı, gördüğümüz gibi önceden belirlenmiş bedensel davranışlara dayanır.” (Connerton 2019, 123) Toplumsal belleğin tespitinde yazılı kültürün oluşturduğu kaydetme pratiğine bugüne kadar büyük önem verilirken sözlü kültür içinde değerlendirilen bedenleştirme pratiğine gereken ilgi gösterilmemiştir. Buna karşın Connerton, “Alışkanlık, ellerde ve vücutta taşınan bir bilgi ve bir anımsamadır ve bir alışkanlığın geliştirilmesinde “anlayan” bedenimizdir.” demektedir. (Connerton 2019, 161) Kitabı boyunca yaptığı analizlerin sonucunda şu iddiayı da ileri sürmektedir: “Her grup, korunması konusunda en çok endişe duyduğu değerleri ve kategorileri, bedensel otomatlara emanet edecektir. Geçmişin kafalarda, bedende tortusunu bırakan bir alışkanlık belleğiyle nasıl daha iyi korunabildiğini görecektir.” (Connerton 2019, 173)

Toplumların Anımsadıkları

Toplumların anımsaması konusunda Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar? adlı kitabında törenlerin ve törenlerde ortaya çıkan bedenleştirmenin işlevini -yukarıda özetlediğimiz biçimde- net olarak açıklamaktadır. Bizim toplumumuzun neleri anımsadığı hususunda bazı değerlendirmeler yapmak ise ayrı bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Bu görev noktasında; bilinç, bilinç dışı ve anımsama konularında psikanalitik yaklaşımın kurucusu Freud’u ve onun Musa ve Tektanrılı Din kitabını da yardıma çağırmak, kanaatimizce faydalı olacaktır. Musa ve Tektanrılı Din adlı kitabında Freud, toplumların anımsaması konusunda Yahudiler üzerine ilginç bir görüş ileri sürer. Freud, Yahudi toplumunun Musa'yı öldürdüğünü ve onun izlerini yok ettiğini söyler. Coşkulu bir istek ve güdüyle Musa’yı öldüren bu topluluk, aynı zamanda suçluluk duygusuyla yaptığı işi unutmaya yönelmiştir. Yahudi toplumu tarafından Musa ve anlayışı, bilinç düzeyinden bilinç dışına itilmiştir. Bu şekilde baskılanan Musa ve mesajı, sonradan daha güçlü olarak geri dönmüştür. Çok güçlü bir şekilde geri dönen bu inanç veya düşüncenin eski temel özelliklerini koruyup korumadığı ise -bizim düşüncemize göre- ayrı bir hususu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü haftalık, aylık veya yıllık törenlerle bedenleştirilip yeniden anımsanan düşünce veya inanç, aslında eskinin deforme edilip yeniden biçimlendirilmiş hâlidir. Bu örneğin benzerini, ülkemizde de görmek mümkündür. Bir dönem yoğun baskılanan dinî anlayış, aynı şekilde öncekinin karikatürü olarak çok güçlü ve sert biçimde geriye dönmüştür. Artık burada hayata geçirilen pratikler, önceki din anlayışı ve din pratiğinden farklıdır. Genel olarak ana ögeleriyle tasfiye edilen ve bilinç düzeyinde baskılanıp bilinç dışına itilmeye zorlanan Osmanlı veya İslam algısı için de aynı durum söz konusudur. Bu açıklama modelini Hz. Peygamber ve hemen sonrası gelişen olaylara da uygulayabiliriz. Çünkü Yahudilerde yaşanana benzer durum, Hz. Muhammed’den hemen sonra yaşanmıştır. Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu din ve bedenleştirdiği pratikler, hayattan kovulmuştur. Bu noktada İbni Haldun'un Emevî yönetimiyle birlikte Arap toplumu rahat etti mealindeki görüşünü de hatırlamak yerinde olacaktır. Çünkü Hz. Muhammed’in mesajı Arap örfüne uydurulup ters yüz edilmiştir. Hz. Muhammed’in ailesi ve akrabaları öldürülürken Hz. Peygamber ve mesajı da manen öldürülmüştür. Sonraki dönemde ortaya çıkan ihya ve yenilik hareketlerinin büyük bölümü de hem dönemsel koşullar ve reaksiyoner oluşlarıyla hem de metodik açıdan mesajı doğru yorumlayıp bir teorik çerçeve ve pratik geliştirememeleri nedeniyle İslam'ın karikatürü ya da carpık hâli olmaktan öteye gidememiştir. İslam’ı yeniden diriltme çabaları, ümmetin/toplumun hatırlamasındaki maluliyetten kurtulamamıştır. Bunun bariz örneklerinden biri, nevrotik bir durum olarak Hz. Hüseyin’in şehadeti ve sonrasında da gözlenebilir. Hz. Hüseyin’e sahip çıkmayan ve ona destek olmaktan uzak duran toplum, bir süre sonra Hz. Hüseyin’i muhteşem yas törenleriyle, abartılı ve kanlı anma gösterileriyle anımsamıştır ve bu törenler yüzlerce yıldır devam etmektedir. Aynı şekilde bu örnek de çok net bir baskılama sonrası dönüş ve nevroz vakası olarak yorumlanabilir.

Hurafe ve İhtiras

Görece yakın tarihimizde de din ve pratikleri, baskılanınca toplumun bilinçaltına itilmiştir denebilir. Merkezden çevreye, şehirden kasaba ve köye itilen oralarda da rahat bırakılmayıp iyice baskılanan din, görünürlüğü azalıp etki gücünü yitirmiş olsa da toplumun bilinçaltında/bilinç dışında güdü, itki, dürtü ve baskılama mekanizmasıyla varlığını sürdürmüştür. Baskılanan şeyin, baskının şiddeti oranınca daha sert ve güçlü dönüşü gibi dinin de geri dönüşü sert ve güçlü olmuştur. Âdeta bir tören çağrısı olan ezanın ontolojik yapısından soyutlanarak Türkçeleştirilmesi, eski harflerin lanetlenmesi, dinî görünümlerin yasaklanması, onları yok etmemiş; tam tersine onlara bilinç dışı bir dinamizm kazandırmıştır. Din öncekinden daha farklı bir nitelikte geri dönmüştür. Dönüş yapan dinî anlayış öncekinden daha sert ve kuralcı ve görünüşte daha ahlakçıdır. Toplumun komploculuk, bilgisizlik, akıl yerine his ve saplantılara dayanan genel sorunlu yapısının da etkisiyle dönüş yapan dinin, dinin özü ve esasıyla ilgili olmaktan çok hurafeye dayandığı değerlendirilebilir. Çünkü görünürleşen ve gövdeleşen güncel din; daha duygusal, daha bilgisiz ve daha katı özellikler göstermektedir.

Bilimsel ve sahih esaslara dayanmayan güncel dinî anlayış, baskının şiddetinden ve toplumun genel hastalıklarından, yoksulluk ve yoksunluğundan ve de ilke bilmezliğinden beslenerek muhteris niteliklerle donanmıştır. Hurafe ve ihtiras temeline dayanan bu anlayışın, toplumun genelini etkilediğinde var olan yapı ve değerleri de çürütücü bir etki gösterdiğini düşünebiliriz. Bu doğrultuda yine söz konusu anlayışın kendine var oluş imkânı sağlayan, tekrar hatırlanan ve yeni kurulduğu iddia edilen baskı öncesi dönemin de çok gerisinde, değişmiş ve çarpık bir anlayış olduğunu, toplumsal bünyede ve zihinde yıkıcı etkilere yol açtığını iddia edebiliriz. Artık, törenlerle korunup aktarılan din, orijinal hâlinden tanınmayacak derecede uzaklaşmış bir dindir. Velhasıl, Toplumlar Nasıl Anımsar? adlı kitabı Freud’un adı geçen kitabındaki yaklaşımını da dikkate alarak okumak, okuyucuya bambaşka ufuklar açacaktır. Connerton’un bu kitabı, toplumsal bilinç ve belleğin nasıl korunup aktarıldığı, geçmişin nasıl hatırlandığı ve yeniden canlandırıldığı konularına kafa yoran okuyucular için ısrarlı tavsiyeyi ve büyük övgüyü hak ediyor. Bu konuda yeni düşünceler geliştirecek ve son sözü söyleyecek olanlar ise yine hem bu yazının hem Cannerton’ın kitabının muhtemel okuyucularıdır diyebiliriz.

Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2019

 

(SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Ağustos 2023/Muharrem 1444 tarihli 1089. sayısında yayımlanmıştır.)

 

BEN, SEN VE ÖTEKİ

Öteki

 “Öteki” kavramı, güncel literatürde yer alan sosyolojik bir kavram olarak, toplumun genelince benimsenen ya da toplumun çoğunluğu tarafından makbul hatta hayati kabul edilen değerlerin dışındaki değerlere sahip kişi ya da topluluklar için kullanılmaktadır. Bu kişi veya toplulukların üst bir örgütlenme olan devletle bağları zayıf görülmektedir. Toplumun içinde yer alan ama azınlık durumundaki “öteki”lerin, genelde ahlaki açıdan zayıf olduğu ve kamu otoritesine bağlılıklarının tartışmalı olduğu düşünülmektedir. Toplum içindeki her farklılık veya doğal hayat içindeki karşıtlıklar “öteki” olarak düşünülmemelidir. Ötekinden kasıt, hayat içindeki düaliteyi veya zıtlıkları çağrıştırsa da bunların birine karşı diğerini ifade etmez. İçinden nehir geçen şehirlerde kullanılan karsı geçe-beri geçe, öte taraf-beri taraf, suyun öte yakası-suyun beri yakası, yukarı mahalle-aşağı mahalle arasındaki karşıtlık/bütünlük ifadelerinin işaret ettiği durumlar değildir. Çünkü “öteki”, toplum tevhidine karşı sistemli bölme ve parçalama biçiminde karşımıza çıkan şirkin belli bir grubu aşağılama, dışlama; mümkünse yok etme arzusuyla belirlemesidir.

“Öteki” ile ilgili nitelemeler, daha çok kamu örgütlenme biçimine uzaklığa ve egemen değerlerden farklılaşmaya bağlıdır. “Öteki”, geçmiş zamanlarda özellikle bizim tarihimizde pek de sorunlu olmayan bir alanken modern dönemde ortaya çıkmış ve çatışma doğuran unsurlardan biri olarak toplum içinde yerini almıştır. Aynı şekilde “öteki”ne karşı ayrımcılık ve onu dışlama hatta düşmanlaştırma da yakın dönemde netleşmiştir.

Biz

“Biz” demek, çoğunluğunun değerlerini temsil etmek ve benimsemekten dolayı kendini meşru görmek en doğruya en iyiye sahip olduğu hissini taşımaktır. Bu noktada “biz” ifadesi bir gruba hatta sürüye ait olma ve kendini tümüyle bu grupla var kılma, daha ileri boyutta ise grubu kutsayarak o grup için kendini feda etme şehvetini ifade etmektedir. Bir insanın “biz” algısından kurtulup “birey” olduğunu ve kendi kimliğini ancak özgür iradesiyle inşa edebileceğini algılaması zorlu bir süreçtir. Doğrudan insanın “ben” algısının gelişebilmesi için öncelikle “sen” dediği muhatabını algılaması ve söz konusu “sen”in varlığını kabul etmesi gerekmektedir. Çünkü, insanların çoğunun “ben” dediği “benim düşüncem” diyerek anlattıkları, aslında ortak ve ortalama kültürün yüklediği hazır bulunmuş duygu, düşünce ve davranış kalıplarıdır.

Sen

Bir insanın “biz” duygusunu sorgulayıp “biz”i oluşturan birimlerin ayrı ayrı oluşunu, bu birimler arasındaki farklılıkları görüp anlaması gerekmektedir. Bunu algılamayan insan, ormanda bir ağaç, sürüde bir üye neyse toplum içinde yaklaşık olarak odur. Bu nedenle birey olma, “kendi” olma yolunda kişinin başka insanların “ben”den ayrı bir şey olduğunu algılaması gerekmektedir. “Ben” diyerek ifade edilen hatta çoğu zaman “ben” bile denmeyerek doğrudan “biz” denerek anlatılan şey sıradanlıktır. Toplum içinde herhangi bir birim olmanın ötesinde özgün bilinci ifade etmemektedir. Bunu algılamak ancak düşünerek ve toplumu yani bizi oluşturan insanların tekil durumlarını keşfetmek, en başta en yakınımızdakilerin “sen” oluşunu kavrayıp birey olma yolcuğuna çıkmakla mümkündür.

Ben

İnsan, en başta elbette bir “ben” algısına sahiptir. İnsan, yer aldığı ortama ait ama ondan ayrı bir varlık olduğunu bilinç yoluyla kavramaktadır. Daha bebekken bu duyumsamaya anlamaya başlar, bu noktada “ben” duygusu anneyle birlikte vardır. Hatta bu süreçte annesini de kendisinin bir parçası olarak görmekte, annesiyle kendini “bir” hissetmektedir. Bu “ben” duygusu olgunlaşma sürecinde “ben” olarak yürürken insan, annesinin ayrı bir varlık olduğunu yavaş yavaş anlamakta ve onun “sen” olduğunu keşfetmektedir. Bir süre sonra bu “ben” ve “sen” farkındalığı “biz” bütünleşmesine dönüşmektedir. “Biz” bütünleşmesi içinde dışardaki herkes -en başta baba ve varsa kardeş ardından yakın ve uzak çevre- “o/onlar” olarak kavranmakta ve değerlendirilmektedir. İnsanın gelişim sürecinde “ben” dışındaki her şeyi temsil eden “öteki”; aslında sürekli kendi benliğimizi, onunla etkileşerek geliştirdiğimiz bir varlık grubudur. “Öteki”nin kendini anlama ve bilmenin ardından da “öteki”ne ait olanı değerlendirerek büyümenin hatta onu kendine katmanın gelişme olduğunu kabul etmeyen bir zihniyet, sürekli “öteki”ni dışlama hatta yok etme derdine düştüğü için kendi gelişim imkânlarını yok etmektedir. Böylece donuk, renksiz ve bağnaz bir anlayış ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de “öteki”nin yanlış etiketlenmesi hatta düşman bilinip yok edilmeye çalışılması insan için çürüme ve bozulmadır denebilir.

Birlik ve Bütünlük

Kendimizi ve hayatı anlamlandırırken “öteki” üzerinden hareket ederiz. “Öteki”ne bakış açımız büyük oranda kendi anlayışımızı ortaya koyar. Algılayışımızı ve yorumlamamızı etkiler. Bu konuda ortaya çıkan eksiklikler hatalı sonuçlara neden olur. Bilinçli ideolojik kalıplarla “öteki”ni anlamak ve değerlendirmek, insanlığı parçalar. Tevhid ise ötekileştirmek yerine birleştirmeyi önerir. Zaten İslami anlayışa göre geçmişte insanlar bir ümmetti. Bu ümmet, Allah’tan başkasına güç vehmedilerek soy, ırk, grup gibi türlü türlü farklılıkların keskinleştirilip kutsanmasıyla, onların maddi veya manevi açıdan putlaştırılmasıyla bölündü. İslam’ın ekseni “tevhid” ise ötekileştirme olmadan bütüncül ve birleştirici anlayış olarak tüm aydınlığıyla kendini ortaya koymuştu. Çünkü farklıyı, aykırıyı, fakiri, yabancıyı başka bir ırkı ya da anlayış sahibini ötekileştirmek, Allah’ın var kıldığı farklılıkları ötekileştirip nesneleştirerek düşmanlaştırmak tartışmasız bir şekilde İslam’a terstir.

Ötekinin ve Ötekileştirmenin Olmadığı Dünya

Tevhid anlayışına dayanarak “öteki”nin ve “ötekileştirme”nin olmadığı bir dünya kurmak mümkün mü? Evet, mümkündür çünkü böyle bir dünya vardı, insanlar en başta tek ümmetti. Zamanla ihtilafa düşüp parçalandılar ve birbirlerini ötekileştirip düşman ilan ettiler. Kuranı Kerim’de bu durum çok net biçimde açıklanmaktadır: “İnsanlar bir tek ümmetti.” (Bakara suresi 213. ayet)

İslami dünya görüşünde Müslümanlar, Müslüman olmayanları bile bir bütünün parçası olarak görürler. Eğer Allah dileseydi herkesin iman etmesini sağlardı. Ama insana özgür irade verilmiştir. Bu irade kanalıyla imanı seçmesi ayrı bir değerdedir. İnsan, her zaman için doğru seçimin adayıdır ve kendisinden bu doğru seçimi yapması konusunda ümit kesilmez. Söz konusu özgür iradeyi ortadan kaldıranlar sürekli “öteki ve düşman” icat ederek insanları kullaştırıp kullananlar ise insanlar arasındaki birliği parçalayanlardır. Sürekli parçalayıcı, dağıtıcı, ifsat edici ve “öteki”leştirici olanlar, her daim fitne kaynağıdır.

 Hz. Muhammed’in mesajını yaymaya başladığı Arap toplumunda Müslümanlar, “öteki” olarak görülmüştü ve İslami mesajın ilk zamanlarında Müslümanlar ötekileştirmenin her nevine maruz kalmış ve zulme uğramışlardı. Müslümanların yürüttüğü tevhid ve adalet mücadelesi sonrasında kurdukları dünya ise örneğini “Medine” ile ortaya koydu. Medine’de tüm farklılıklar, bir sözleşme çerçevesinde toplumun birliğine katıldı. “Medine” dünyası, “öteki”nin ve “ötekileştirme”nin olmadığı yerdi ve bunun örneklerini kurmak tekrar mümkündür. İşte bu “Medine” tarzı bir dünya inşası için Müslümanlar,  Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Bakara Suresi 123) ayeti gereğince ömürleri ve güçleri yettiğince mücadele etmek zorundadır.

 

(SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Haziran 2023/Zilkade 1444 tarihli 1089. sayısında yayımlanmıştır.)

 

AYDIN KİMLİĞİYLE MİHAİL ŞOLOHOV

Mihail Şolohov 24 Mayıs 1905’te doğmuştur. On yedi yaşında yazmaya başlayan Şolohov'un yayımlanan ilk kitabı, hikâyelerinden oluşan Don Hikâyeleri’dir. 1925'te yazmaya başladığı ünlü romanı Don Nehri Sakin Akar’ın yayımlanması 12 yıl sürmüştür. Şolohov, birbirinin devamı olan diğer ünlü romanları Uyandırılmış Toprak ve Don Kıyısında Hasat’ı ise ancak 28 yılda tamamlayabilmiştir. Vatan İçin Dövüştüler adlı romanında II. Dünya Savaşı'nda Sovyet halkının Almanlara karşı gösterdiği kahramanlığı anlatmıştır. Toplumcu Gerçekçiliğin temsilcisi Şolohov, eserlerinde Rus halkının yaşamındaki çok önemli tarihsel kesitleri ve gerçekleri olduğu gibi yansıtmıştır. Şolohov, Durgun Akardı Don adlı muazzam romanıyla 1965’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü de almıştır. 21 Şubat 1984’te ise hayat veda etmiştir.

YAZARIN SORUMLULUĞU

Şolohov’un Yazarın Sorumluluğu adlı kitabında bir yazarın ömür boyu süren mücadelesini ve yazma amacını görüyoruz. Yazarın Sorumluluğu, ağırlıklı olarak konferanslardan oluşmuş bir kitap. Kitaptaki metinler kronolojik sıralanmış. Kitaptaki ilk metin 1934 tarihli “Sıradan Edebiyat ve Dürüst Gevezeler” son metin ise dünya yazarlarına bir çağrı içeren 1983 tarihli “Çok Geç Olmadan”. Yazıların sıralaması, yazarın düşünsel ve sanatsal gelişimi yanında dünyanın ve Sovyet toplumunun değişiminin izlerini de görmemizi sağlıyor.

Şolohov’un yazılarını okuduğumuzda yazı hayatı boyunca toplumuna ve insanlığa karşı sorumluluk yüklendiğini görüyoruz. O, bir yazar olarak bireysellikten değil toplumsallıktan yanadır, toplumun ve insanların dışında ya da üstünde değildir. Şolohov’a göre yazarın sorumluluğu nettir: “… Kendisini, karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde Olimpos tepelerine yükselmiş ve insan ıstıraplarına kayıtsız kalan bir tür tanrı olarak değil; kendi halkının bir evladı, insanlığın ufacık bir parçası olarak gören bir yazarın görevi nedir? Görevi, okuruna dürüst olmak, insanlara gerçeği söylemektir; belki katı ama daima cesur gerçeği. İnsanların yüreklerinde geleceğe ve bu geleceği kurmak için yeteneklerine olan inançlarını güçlendirmektir.” (Şolohov 1983, 117) Şolohov, bu düşünceleri ve eylemleriyle yazar olmanın yanında aydın olarak nitelendirilebilir mi? Bu sorunun cevabı aydın kelimesinin tarihi, anlamı ve çağrışımları bağlamında düşünüldüğünde “Evet”tir. Çünkü aydın kelimesiyle nur, ışık, bilgi, bilinç, düşünce, anlayış beraberken bu kelimenin karşısında zulümat, karanlık, cehalet, bilinçsizlik, düşüncesizlik ve bağnazlık yer almaktadır. Olumlu özellikler aydına yakıştırılmakta onunla beraber anılmaktadır. Aydın bu karşıtlıkla da kalmayarak ortalama bilgi ve anlayış düzeyinin çok üzerinde olmakla toplum içinde görünürleşmektedir. Dolayısıyla da Şolohov, sorumlu aydınların tipik bir örneği olarak görülmektedir.

BURJUVA AYDINI VE İDEOLOJİK AYDIN

Şolohov, Yazarın Sorumluluğu’nda “yazarın görevinin, yazarın yaptığı işin amacını ve insanlığa karşı sorumluluğunu” özellikle vurgulamaktadır. (Şolohov 1983, 124) Yine bu doğrultuda şunları söylemektedir: “Edebiyat mesleği dünyadaki en bireysel mesleklerden biridir. Bununla beraber yazar, sözünü duymak isteyen herkese ulaştırma isteğiyle yazar ve yazarın mutluğu ise bireysellikte değil toplumla ilgilidir. Mutluluk, biz, ‘kendi’mizin ufacık dünyasını değil, milyonlarca insanın yüreği ve zihnini harekete geçiren bir şeyi anlatmayı başardığımızda gelir.” (Şolohov 1983, 123-124) Yine Şolohov’a göre: “Sanatçının ölümsüz teması, iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık arasındaki mücadeledir.” (Şolohov 1983, 125) Bu noktada Şolohov, burjuva sınıfının aydın ve yazarlarından tümüyle ayrılarak Toplumcu Gerçekçiliği en net biçimde ortaya koymaktadır. Ona göre Toplumcu Gerçekçilik şudur: “Sosyalist Gerçekçilik; yaşamın gerçeğini, sanatçının partizanlık konumuyla anladığı ve yorumladığı gerçeği tasvir etmenin bir yöntemidir. Daha da basitçe söylersek, insanlara yeni bir dünyayı kurmada etkin biçimde yardımcı olan bir yöntemdir.” (Şolohov 1983, 123)

Şolohov, Toplumcu Gerçekçi yazar olarak çağdaş toplumdaki karakteristik oluşları tespit ederek bunları sanat eserine dönüştürme çabasındadır. Çabası tarafsız bir gözlemci tavrı olmaktan uzaktır. Ona göre çağdaş insanlığın yaşamındaki akış pürüzsüz değildir. Burjuva sanatı ise insanları en hayvanca tutkulara savurmak için elinden geleni yapmaktadır. Bu noktada aydınlık ve adil bir geleceğe yönelik umudun ve inancın siperinde yer almak gerekir. (Şolohov 1983, 128) Şolohov, Gorki’nin sorduğu “Kültürün usta sanatkârları kimden yanasınız?” sorusunun cevabını, kendi yazı dünyasının ekseni yapmıştır. (Şolohov 1983, 129) Şolohov’un en sevdiği edebî tür ise romandır. O, yazar olarak topluma karşı sorumluluğunu yerine getirmenin en iyi imkânını romanda bulduğu için roman türünün savunucusudur. Bu nedenle Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı zaman yaptığı konuşmada ödül almanın mutluluğunu dile getirirken roman türünün hakkının korunmuş olmasına da sevindiğini söylemektedir. (Şolohov 1983, 119)

ŞOLOHOV VE AYDIN DUYARLILIĞI

Sanat anlayışını toplumuna ve insanlığa karşı sorumluluk anlayışı üzerine kuran Şolohov, sistemin getirdiği sorunları ve sıkıntıları görmezden gelmekte midir? “Hayır!” Şolohov, Toplumcu Gerçekçilik diye ortaya konan niteliksiz ürünleri şiddetle eleştirmektedir. Mesela, Sıradan Edebiyat ve Dürüst Gevezeler” başlıklı yazısında, çok okunma ya da çok beğenilmenin arkasına sığınarak kalitesiz yazmayı Toplumcu Gerçekçilik adına meşrulaştırma çabalarını eleştirmektedir. Halk için, toplum yararı için yazmak; dil ve anlatım titizliğinden taviz vermeyi ya da bunları boş vermeyi meşrulaştırmaz, demektedir.  Bruski adlı eserin yazarı Panferov’un “kötü yazmaya hakkı olduğunu ilan etmesine ve böyle yazma konusunda genç yazarları teşvik etmesine” şiddetle karşı çıkmaktadır. (Şolohov 1983, 15)  Bu noktada eleştirmenlerin okurlar için değil de yazar için eleştiri yazmasını ve övgüden öteye gitmemesini de eleştirmektedir. Karşılıklı hayranlık derneği gibi işleyen bir eleştirinin amaca hizmet etmediğini söylemektedir. Aynı zamanda eleştirinin, dil işçisinin dil kullanımını mükemmelleştirmeye hizmet etmesi gerektiğini düşünmektedir. Yazarın Sorumluluğu’nun daha başında, sunu bölümünde, işçinin yanlışının düzeltilebileceğini ve etkisinin sınırlı kalacağını ama yazarın yanlışının çok geniş kitleleri etkileyeceğini ifade etmektedir.

 Şolohov, sorumlu bir yazar ve aydın olarak sistemin aksaklıkları noktasında da en az kalitesiz edebiyat ürünleri karşısında olduğu kadar serttir: “Tümüyle planlamadan yanayım ama bolluktan da yanayım. Rostov Bölgesi’ndeki kolektif çiftlikler ve devlet çiftlikleri istediklerinden 2 bin traktör daha azına sahipler. Benim yandaş olduğum plan türü o ki, tarım bakanı Matskeviç bu traktörleri çiftliklere kendisi önersin ve biz bölge yetkililerimizi Moskava’ya gönderip bunları haklı vasıtalarla ya da kural dışı sağlamayalım…” (Şolohov 1983, 134) Bir başka örnekte ise şunları söylemektedir: “Bakana gelip diyorum ki: ‘Yoldaş Bakan, lütfen bize kolektif çiftlik sığır ahırlarımızın çatısı için üç bin parça arduvaz verin.’ Bakan yanıtlıyor: ‘Ama anlamalısınız, bizimki planlı bir ekonomi. Plana göre size verilecek her şeyi aldınız.’ Ona diyorum ki: ‘Ben anlıyorum ama inekler, hele buzağılar, sonbahar yağmurlarından neden ıslanmaları ve kışın neden donmaları gerektiğini anlamayacaklardır.’ (Şolohov 1983,  135) Sistemin açmazlarını ve yarattığını sorunları ortaya koyan Şolohov, iltimas zorlamalarının ve ricacılığının insan karakterine etkilerini ise şöyle vurgulamaktadır: “Ve sürekli olarak istemeye gidince karakterinizde ve hatta görünüşünüzde hoş olmayan değişiklikler oluştuğunu görüyorsunuz. Yazarın onurlu duruşuna ve yaşlı askerin akıllı hâline ne oldu?” (Şolohov 1983, 135) Şolohov, sistemin işleyiş sorunlarıyla yetinmemekte aynı zamanda çevre ve doğaya verilen zararları dile getirmekten de çekinmemektedir: “Yoldaş İşkov’un uzak görüşlü olmayan yönetimi Azak Havzası’nı şimdiden felaketin eşiğine getirmiştir… İşkov bugünkü gibi yönetmeyi sürdürürse Azak Denizi’nin yarını olamaz.” (Şolohov 1983, 133) Durgun Don ve Azak Denizi için gösterdiği tepkiyi, Volga Nehri ve Baykal Gölü için de ortaya koymaktadır: “Korkarım Rusya’nın Muhteşem Denizi Kutsal Baykal’ı koruyamazsak gelecek kuşaklar bizi bağışlamayacaktır.” (Şolohov 1983, 133)

ŞOLOHOV’UN BÜYÜK ÇAĞRISI

Şolohov, hayatı boyunca toplum ve insanlık için mücadele etmiştir. İlerleyen yaşlarında da mücadelesini, sözleriyle insanların zihin ve yüreklerini etkileyebilenlerin çabalarını birleştirme arzusuyla sürdürmüştür. (Şolohov 1983, 150) Var olan durumu açıkça belirtmiştir: “Şimdi sorun edebiyat sorunu değil. Söz konusu olan insan soyunun ve onun beşiği yeryüzünün bizzat kendi varlığıdır. Sorun yarının olup olmayacağı, çocuklarımız ve torunlarımızın gökyüzünde güneşi görüp göremeyeceğidir.” (Şolohov 1983, 150) Bu bağlamda şu sözler de ona aittir: “Barışın düşmanları aklın sesine kulak vermeyi reddediyorlar, harap edici bir savaşın evrensel alevine dönüşmek üzere yayılmaya ve gezegenimizdeki tüm hayatı yok etmeye hazır nükleer ateşi, daha da körüklüyorlar. Silahı yalnızca kâğıt kalem olan yazar tüm bunlara nasıl karşı koyabilir?” (Şolohov 1983, 151) Bu soru, yaklaşan 1. Dünya Savaşı uğultuları altında Tolstoy tarafından da sorulmuştur ve Şolohov’un cevabı, Tolstoy’un cevabı gibidir: “Savaşa karşı çıkan yazarın ise yalnızca bir tek ama çok güçlü bir silahı vardır, hakikat.” (Şolohov 1983, 150)

ŞOLOHOV, AYDIN VE ULEMA KONULARINDA SON SÖZ YERİNE

Şolohov, toplumsal konuları umursamayan, amaçsız aydın grubuna karşı sorumlu aydın grubunun tipik bir örneğidir. Bu aydın tiplemelerine karşı bizim toplumumuzda ve tarihimizde hangi tipler vardır? Diğer adı münevver olan aydının sanatçı, düşünür, yazar, bilgin, akademisyen, kanaat önderinden farkı nedir; günümüzde ve geçmişimizde aydın kime denir ya da denebilir? Derviş, şeyh, pir, şair, âlim, ulema gruplarını düşündüğümüzde bu gruba en yakın kişiler kimlerdir? Bu sorular ve cevapları, Modernleşme sürecimizin de öyküsünü verecektir. Bu öyküde Osmanlının son döneminde Bihruz Bey tarzında hisseden, düşünen ve yaşayan züppe tipler yanında yine Osmanlının son döneminde ve Cumhuriyet Dönemi’nde yarı-aydınlarla karşılaşmamız mümkündür. Daha eski dönemlere uzandığımızda ise ulema tipi; halkın sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarıyla o kadar iç içedir ki sorumluluk sahibi bir aydın olduğunu düşündürmektedir. Aynı zamanda bu yönüyle ulema, burjuva aydınından daha çok ideolojik aydına yakındır. Sosyalist aydınların görev ve sorumluluk yüklenmesiyle geçmişimizde ulemanın durumu ve konumu benzeşmektedir. Bu nedenle de devrimci kimliğe sahip ve topluma karşı sorumluluk hisseden aydınlardan biri olarak Şolohov’u daha dikkatli ve ayrıntılı incelemek gerekmektedir.

 

Mihail Şolohov, Yazarın Sorumluluğu, De Yayınevi, İstanbul 1983.

 

(SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Mayıs 2023/Şevval 1444 tarihli 1088. sayısında yayımlanmıştır.)

 

DEPREM VE AHLAKSIZLIK

Deprem karşısındaki tavırları neden nankörlük ve büyük bir ahlaksızlık olarak görüyoruz? Neden her tavır nankörlüğün belli derecesi ve ahlaksızlığın düzeyiyle ilgili. Çünkü insana depremin bilgisi verilmiş, aklıyla bu bilgiyi kavrayıp işleyerek genişletme imkânı da tanınmış; bilmese anlamasa görmese yaşamasa belli bir mantığı olacak yaklaşımlar, bu nedenle büyük ahlaksızlığın devamı ve ahlaksızlıkta ısrarın bir ispatı gibi.

 

Deprem, doğal olaylardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Aniden gerçekleşmesi ve etkisinin yıkıcılığı onun zamanını tayin edemeyişimiz ve etkilerini durduramayışımızla da aşkın bir boyut taşıyor. Aşkınlığı olduğu için depremin olumsuz sonuçları noktasında her zaman için bahanemiz, suçu kadere yükleyişimiz, hatta Allah’tan bilişimiz biçiminde bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu aşkın boyut, karşılaştığımız büyük ve devasa yıkıcılığıyla insanı düşünemez hâle getiriyor. İnsanlar bu noktaya gelince kanaate çağrılıyor ya da faturayı Allah’ın takdirine çıkarmaya başlıyor. Bu sonucu bir başlangıç kabul ettiğimizde söz konusu başlangıç, aslında büyük bir ahlaksızlığın devamı niteliğini taşıyor. Gücümüzün sınırlarını zorlayan boyutuyla deprem elbette ki bize etki ediyor. Fakat bu etkinin kapsam ve boyutlarıyla ilgili bilgiye sahibiz. İnsan bilinçli bir varlık olmasından beri bu bilgi ve bilince sahip. Tıpkı taşın sert olması, ateşin yakması veya suyun boğması gibi tartışmasız netlikteki bilgilere sahip olan insan depremin de varlığından, anidenliğinden, yıkıcılığından ve tüm etkilerin haberdar. Depremin bilgisine sahip. Bu bilgiye rağmen depreme karşı herhangi bir tedbir almıyor, depremle inatlaşıyor ve depreme rağmen hareket ediyor. İşte ahlaksızlık da burada başlıyor. Çokça ayrıntılandırmadan ve depreme karşı deprem bilgisine rağmen hareket etmenin sebeplerini sayabiliriz: Bu sebepler mecburiyet, gaflet tembellik ve menfaatçilik başlıkları altında toparlanabilir. Bu dört başlıktan her biri sırasıyla nankörlüğün en alt derecesinden en üst derecesine kadar ilerliyor.

Depremle gelen maddi ve manevi yıkım, ortaya çıkan can ve mal kayıpları, doğrudan nankörlük ve ahlaksızlıkla ilişkilendirilebilir mi? Allah’a inanan bir insan için bunun ilk akla gelen neden olduğunu görmek mümkündür. Çünkü Allah ve insan arasındaki ilişkinin bütünüyle ahlaki olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuyu Toshıhıko Izutsu, “Kuran’da Tanrı ve İnsan” adlı kitabında gayet net açıklamaktadır: “Allah insana karşı etik davranır, yani adalet ve iyilikle muamele eder; bu nedenle insandan da ilahi inisiyatife karşı etik bir şekilde davranması beklenir. Allah, sonsuz iyilik, sırrına erişilemez sevgi ve merhamet sahibi, lütufkâr ve bağışlayıcı bir tanrı olarak karşımıza çıkar. Kuran’da bu duruma; nimet, fadl (cömertlik), rahmet (acıma), mağfiret (bağışlama) vb. anahtar terimlerle gönderme yapılmaktadır. İlk İlahi İyiliğe verilen karşılık, teşekkür tercih edilerek ‘şükr’ veya nankörlük edilerek ‘küfr’ olarak belirmektedir.” Öyleyse deprem, Allah’ın iradesinden kaynaklı hem neden ve hem de sonuç olarak insanın iç ve dış dünyasında nerede durmaktadır?

Çünkü İnsana Deprem Bilgisi Verildi…

Deprem karşısındaki tavırları neden nankörlük ve büyük bir ahlaksızlık olarak görüyoruz? Neden her tavır nankörlüğün belli derecesi ve ahlaksızlığın düzeyiyle ilgili. Çünkü insana depremin bilgisi verilmiş, aklıyla bu bilgiyi kavrayıp işleyerek genişletme imkânı da tanınmış; bilmese anlamasa görmese yaşamasa belli bir mantığı olacak yaklaşımlar, bu nedenle büyük ahlaksızlığın devamı ve ahlaksızlıkta ısrarın bir ispatı gibi. On binlerce insan kaybı, onca canlının yitimi, maddi kayıplardan sonra yeni inşa çalışmasına, zemin ölçümlerine, tüm mühendislik bilgilerine rağmen kolay ve birilerinin menfaatine yarayan noktadan başlanması apaçık bir ahlaksızlık olmaz mı? Bu ahlaksızlığın resmi Kuran’da bina benzetmesiyle yapılmıyor mu?

“Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi 109-110.ayet)

Benzetmelerde daima nitelikçe güçsüz olan güçlü olana benzetilir. Bu ayetlerde net biçimde binanın nereye ve nasıl inşa edileceği güçlü ve tartışılmaz bir gerçek olarak bize bildirilmiş. Evet, Allah ve insan arasındaki ilişki ahlaki/etik bir ilişkidir. Allah rahman ve rahimdir. Merhamet sahibi bir yaratıcı olarak insanı ölçülü bir biçimde yaratmış, varlığını sürdürebilmesi için nimetler vermiştir. Bunun yanında kendisini, çevresini, toplumu, tüm varlıkları ve kâinatı ve var olan ilişkileri insanın anlayabilmesi için ona akıl vererek kavrama ve irade yetisi bağışlamıştır. Anlama noktasında kendisinin huzur ve mutluğu için, toplumunun huzur ve mutluğu için ne yapması gerektiğini elçileriyle de insana hatırlatıp öğretmiştir Hatırlatma ve öğretme nimeti, kitap vermesiyle devam etmiştir. Tüm bunlara karşı insanın iki tercihi ortaya çıkacaktır: Teşekkür etmek veya nankör olmak. Velhasıl, her seferinde ifade edilmek istenen veya yanlış ifade edilen her seferinde yanlış anlaşılan veya yanlış anlaşılmış gibi yapılan tüm değerlendirme cümlelerinin ana mesajı veya özeti şudur: Depremin tüm etkileriyle birlikte ortaya çıkan dehşetengiz sonuçları “büyük ahlaksızlık” yüzündendir.

 

 

(SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Mart 2023/Şaban 1444 tarihli 1086. sayısında yayımlanmıştır.)