1 Kasım 2018 Perşembe

NEDENSİZ VE NETİCESİZ YAZMAK



NİÇİN YAZIYORUM?


Niçin yazıyorum? Bu sorunun cevabı, en az söz konusu soru kadar kadar basit. Niçin okuyorsam onun için yazıyorum. İnsan için yazmak bir ihtiyaç. Hele bu kişi mektep ve medrese görmüş, mürekkep yalamış biriyse zaten okuma yazması olmalı. Yani insanlar otobüsün nereye gittiğini nasıl okuyorsa, tren bileti alınca koltuk numarasını, hareket saatini neden okuyorsa ben de onun için yazıyorum. Tüm okuma yazma bilenlerin yaptığını yapıyorum. Cep telefondan kısa mesaj yazmak gibi, e-posta yazmak veya bir alışveriş formunu doldurmak gibi bir şey yazmak benim için. Hayatın içinde gayet doğal bir hadise. Sanırım -yok ya kesinlikle öyle- okuma yazmayı öğrendiğimden beri ben de herkes gibi -sizin gibi- okuyor yazıyorum.



İlkokul dönemi yazı deneyimlerim incitici olduğu için henüz onlarla yüzleşmeye hazır değilim. O nedenle önce lise sonra ortaokul dönemi birkaç yazma deneyimimi anlatmak isterim. -Eyvah eyvah! Sıra ilkokula da gelecek gibi, tedirginim bildiğiniz tedirgin- Lise 1 öğrencisiyken iddialı ve kendinden emin Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenim Ayla Hanım -hayattaysa sağlık ve mutluluk, öldüyse nur ve huzur dilerim- daha ilk dersinde tahtaya Yunus Emre’nin alıntıladığım şiirini yazıp bunun üzerine bir kompozisyon yazın demişti. O zamanlar cep telefonu olmadığı için -yokluk zamanlarıydı: cep telefonu yok, tablet yok, internet yok- gariban Hocamız biz kompozisyon yazarken cep telefonu ile oynayamadı -örgüyü de kendine yakıştıramıyordu diye düşünüyorum- ama çantasıyla oyalandı durdu. Türkçe dersinden Türk Dili ve Edebiyatı dersine geçmenin verdiği adölesan acemiliği ve erken mutluluk ile Türkçe dersinde ortaokul boyunca İlköğretim Haftası, Yerli Malı Haftası gibi konuları -bu konuların resim dersinde resimlerini yapar müzik dersinde de şarkılarını söylerdik, bu durum bütünleşik eğitim modeliydi sanırım- yazmaktan bıkmış biri olarak çok heyecanlanmıştım. Kompozisyonumu yazdım. Kompozisyonum 104 kitaptan -100'ü suhuf 4'ü büyük kitap malumunuz- biri olan İncil’den bir bölüm ile “Önce söz vardı… Söz Tanrı katındaydı… Ve söz Tanrı’ydı.” diye başlayıp sözün kutsallığını ve insanların dünyasına inişini, bu kutsallığın insanların dünyasında nasıl aşama aşama değerini yitirdiğini anlatarak devam ediyordu. Kompozisyonum “Söz; İsa kelimetullah’tı, Allah’ın elçisi ve mesajıydı ama sözü anlamayan insanlar sözü ve elçiyi mahkûm edip çarmıha germeye kalktılar.” biçiminde bitiyordu. Sonraki ders, sıra kompozisyonları okumaya gelince gönüllüler -efendim bu intihar timi içinde ben de vardım- yazdıklarını okudu. Arkadaşların kompozisyonları beklendiği gibi atasözü yorumu tarzında sözün değeri, tatlı söz, doğru sözlülük etrafında şekillenmişti. Sıra bana geldi ve yazdıklarımı okudum. Okumam bitince Ayla Hoca’nın yüzüne baktığımda beklediğim aferini alamayacağımı -ergen ve zeki çocuk olarak- anlamam zor olmadı. Hocanın yüzü kıpkırmızıydı ve gözleri de öfkeli olduğunu fazlasıyla gösteriyordu. “Eyvah, konu fazla dinî oldu galiba!” dedim içimden. O zamanlar Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin önemli bir bölümünde -ekseriyetinde mi deseydim- dine ve dine ait olana alerjik reaksiyonlar vardı. Hayır dert o değilmiş. Tam “Çok şükür Ya Rabbim, Hocam alerjik değilmiş!” diyecekken külyutmaz Hocam çok sert bir şekilde: “Bunu sen yazmadın!” dedi. “Yoo Hocam, ben yazdım.” deyince kadıncağız artık kırmızılıktan mora geçen yüzüyle “Hayır, bunu sen yazmış olamazsın!” dedi. “Neden Hocam, işte defterimde!” deme gafletinde bulundum. (Düşüncesiz ergen işte n'olcak!) Kadıncağız bunu kendine ayrı bir hakaret saydı. Bu yüzden 1.dönem boyunca sözlü ve yazılılarım 5-6 bandında dolandı. Sözlüyü anlıyorum da yazılıyı nasıl bu puana ayarladı -o bilimsel problemi ve çözüm yollarını, üst düzey ölçme değerlendirme tekniklerini- hâlâ anlamış değilim. Herhalde puanlarımı eksik vermemiştir. Kalbimden ve zihnimden geçse de kovalıyorum o zanları. Çağcıl bir Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeninin yanlı davranacak kadar öfkeli olabileceğine olasılık vermiyorum. Yine de Hocam -madem kendince haklıydı, alacağı olsun- keşke bir buçuk sayfalık düzyazıyı ezberleme yeteneğimden dolayı bari 8 verseydi. Aslında 7'ye razıydım teşekkür alırdım o dönem. 

Hocama şunu da anlatamazdım: Ortaokul 1. Sınıf öğrencisiyken tayini çıkan öğretmenimiz yerine 2.dönem Güzel Konuşma Yazma dersimize gelen Muhsin Hoca’nın -sağdır kendisi uzun ve sağlıklı ömürler diler ellerinden öperim- kompozisyon için serbest konu verince benim “Türkiye’nin komşu devletlerle ilişkilerini” seçtiğimi Muhsin Hoca’nın bana “Oğlum ben dersine girdiğim sürece tüm notların 10. Aha da ilkini not defterine yazıyorum!" dediğini ve notumun hep o olduğunu. Allah, Ayla Hocama acıdı ki benim kompozisyonlarıma maruz kalmaktan onu kurtardı. Hocam hamileliği nedeniyle -bana öfkesi hamile depresyonu olabilir miydi ki belki de uzağı göremiyordu miyop da olabilir- izne ayrıldı. Yerine gelen ismini hatırlamadığım Hocamız ise -Allah razı olsun ondan da- “Ülkemizin kalkınması için neler yapmalıyız?” gibi kışkırtıcı bir kompozisyon konusu verince herkes maddi kalkınmayı, sanayileşmeyi vs. anlatırken bir türlü akıllanmayan ben insani kalkınmaya ve bunun eğitimle olacağına dair yazdım ve derste okuyunca -mutlu tesadüf işte- edebiyatı da kurtardım. (Hocam da Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin şanını kurtardı.) Nihayet kompozisyonun iyisinden anlayan bir Hocamız olmuştu. Tabi bu mutlu günler yıllarca sürmedi. Üniversite dönemim başladı ben yazmayı unuttum.

Başta “Neden yazıyorum?” demiş ve cevaplamıştım. Sonda ise “Neden bu yazıyı yazdım?" diye sorayım. Blog yazılarım başladığında iki güçlü tepki aldım. Biri tebrik diğeri tenkit olmak üzere… Tebrik ve teşekkür eden arkadaşım “Çok güzel tadımlık yazılar, çeşni ve güzellik hissi uyandırıyor.” dedi ve ekledi “Ülke kurtarmaya kalkmadığın için teşekkür ederim.” Sert eleştiriler, büyük fikirler… O kadar iddialı olmaktan korkarım doğrusu. Bunu yapanlar zaten var. Benim için moral oldu arkadaşın söyledikleri. Tepkisini ortaya koyan diğer arkadaş ise Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni. (Yine mi?) Özetle söylediği şu: “Yazılarında çok şey söylemeyi istemişsin, hâl böyle olunca da bir şeye odaklanıp ona dair fikir edinmek, o şeyi hayret ve sevinçle incelemek şansını kaybediyoruz.” “Eyvah!” dedim “Öğretmenim zayıf not verdi bana.” Biraz düşününce anladığım ise şu oldu: Meslektaşım, yazıları okuyup çok şey anlamaya çalışmış hiçbir şey anlayamayınca da incelemesi hayret ve sevinçle sonuçlanmamış. Çok zorlamış kendini. Etimolojik incelemelerden başlayıp semantik boyutlara doğru genişleyen analitikler, bilimsel bir araştırmaların sonuç raporları ya da felsefi bir problematiğin kapsamlı bir tasviri gibi şeyler yok yazdıklarımda. Olmayacak gibi de görünüyor. Hissediyorum ben bunu. Yine de umarım tek izleğe odaklanmış bu yazım hayret ve sevinç artıcı bir teselli armağanı olarak hepimiz için bir köşede durur.

Bireysel ve kitlesel kurtuluş vaadi, bilimsel ve teknolojik ilerleme, para piyasalarında sörf  yapma veya ruhun gelişimi konularında da iddialı değilim. Hukuki bir ictihadda bulunma veya ilmihal yazma daha da ilginci bir eğitim bilimi teorisyenliği yapma derdim de yok. Zaten yeri de burası değil. Neresi onu da bilmiyorum. Başka ne yazsam ki? Bu arada anılarımı yazdım ama yayımlamıyorum. Bu yaşta anı yayımlamak yakışmaz. (Bunun iyi tarafı şu kendimi henüz genç hissediyorum kötü tarafı şu yayımlamadan emrihak vaki olursa anılarımı yayımlasınlar veya sakın ha sakın yayımlamasınlar diye vasiyetimin ne olacağına dair kararsızlık yaşıyorum. En iyisi yazı tura atsınlar yazı gelirse yayımlasınlar tura gelirse yayımlamasınlar para dik gelirse yarısını yayımlasın yarısını yayımlamasınlar.)

Ennetice okuyorum, izlenim kazanıyorum, çağrışımlarla keyif alıyorum aynı tadı paylaşmak isteyenlerle bunları paylaşmak istiyorum.