29 Aralık 2022 Perşembe

 

ALİ NECİP'İN HİKÂYE DİYARINDA

Ali Necip ERDOĞAN’ın yeni hikâye kitabı “Korkuluğun Düşü” yayımlandı. Kitabı okurken her bir hikâyede ayrı bir mecraya açılıyor ve bu mecrada yeni dünyalara giriyor veya kendinizi o dünyalara ait farklı kesitlerde buluyorsunuz. Öyle ki bazen kendinizi İstanbul açıklarında bir geçiş kapısından sizi siz yapan en temel varlık ve değerlerle ilgili zaman ve mekânı aşan bir boyutta buluyorsunuz, bazen bir notanın ayak ucunda oturup hayatınızın en hüzünlü anlarıyla yüzleşiyorsunuz. Korkuluğun Düşü’nde kişiler ve mekânlar özgün, anlatım da tutarlı bir örgüye sahip olduğu için hikâyeler gayet başarılı. Vaka ve ifade ediş birbirini boğmuyor. Bu noktada çoğu yazarın uzağına düştüğü başarıyı Ali Necip Erdoğan yakalamış görünüyor. Hikâyelerin temaları, kendi dilince konuşan varlıklar dünyasında gerçek-düş geçişkenliğiyle verilmiş. Kurgular ise geçmiş-bugün, varlık-ayna, asıl-görüntü, Rıza-değili, avcı-av, usta-acemi gibi karşıtlıklar bütünü üzerinde inşa edilmiş.

Bu yazıda öncelikle Korkuluğun Düşü’nü oluşturan hikâyelerin tema ve anlatımını inceleyerek tümünün hem dayandığı hem yöneldiği temaları belirleyerek derin yapıda hangi temanın yattığını açığa çıkarmaya çalışacağız. Hikâyelerin kurgu ve anlatımı üzerine bazı eleştirilere de yer vereceğiz.

Genel Bakış: “Korkuluğun Düşü”ndeki hikâyeler tema, anlatım ve bakış açısı yönünden uyumluluk gösteriyor. Bu uyum, hikâyelerin kendi bütünlükleri içinde olduğu gibi hikâyelerin oluşturduğu kitabın bütününde de görülüyor. Bu bağlamda yazarın vurgulamaya çalıştığı ana/derin temayı da belirlemek mümkün oluyor. Bununla birlikte kitaptaki hikâyeler birbiriyle tematik uyuma sahip olmasına rağmen kitabın bütünlüğü içinde “Avlanıyorum” ve “Büyük Karşılaşma” adlı hikâyeler diğer hikâyelerden ayrışıyor. Özellikle “Avlanıyorum”, anlatımı ve bakış açısı yönünden bu kitapta yeri yokmuş hissi veriyor. “Avlanıyorum”da anlatım birinci tekil kişi üzerinde, zamansal geriye dönüşlerle birlikte gerçekçi bir anlatıma sahip. Hikâyede avla-n-mak vurgusu üzerinden av yaparken kurdun avı durumuna düşmek anlatılıyor fakat bu av, kurt gibi gayet somut ve vahşi bir varlık üzerinden değil de cin peri gibi soyut bir varlık üzerinden olsaydı kitabın bütünlüğüne uyardı. Kitabın sonundaki “Büyük Karşılaşma” adlı hikâye ise anlatım açısından iyi bir hikâye olmasına rağmen “vatan” vurgusuyla kitabın bütüncül temasıyla uyumlu değil. Hikâyede zaman akışında geriye dönüşler ve geleceğe dönük mesajlar da var. Bu bağlamda çoklu bir zaman kullanımı söz konusu ama zaman geçişleri arasında kopma var. Geriye dönüşler anlatım içine yedirilse hikâye daha da güzel olurdu. Ayrıca hikâyenin kahramanı olan çocuğun isminin “Vatan” oluşu ve bu kelime üzerinden vatanla ilişkimizin vurgulanması -Avla-nıyorum’da olduğu gibi- isim ve fiile yüklenen anlamla birlikte yapaylık hissi oluşturuyor, kelimelere gereksiz yükle/n/me havası veriyor.

“Dedektif Yekta’nın Başına Gelenler”, bir İstanbul anlatısı olarak güzel. Olay örgüsü, anlatımı ve temasıyla gayet başarılı bir hikâye. Sadece zamansız bir boyuta geçilmesine rağmen kum saati üzerinden olay akışı paralelliği kurulması yerine sohbetteki cümleler soru-cevap sayısı gibi başka bir ölçü seçilebilirdi. “Taht Kurmuşsun Kalbime” adlı hikâye ise insanın ruhuna dokunuyor. Mesajı da anlatımı da güzel, bu hikâyede mekân olarak Ankara seçilmiş. Hikâyeyi bitirdiğinizde Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı eserinde ortaya koyduğu İstanbul anlatısına benzer bir Ankara romanını Ali Necip Erdoğan’ın yazabileceği umudu içinize doğuyor. “Örgü”, tema olarak gayet başarılı olay örgüsünde örgü süreci ile sanat eseri arasında kurulan paralellik şaşırtıcı derecede başarılı. “Hayali Kuran Kim”, “Ayna”, “Rıza’nın Değili”, “Farkedilmeyen”,”Yargısız” ve “Korkuluğun Düşü” adlı hikâyeler kitap içinde dikkat çeken hikâyeler. Ayrıca kitaptaki hikâyelerin tema ve anlatımı dikkate alındığında ortaya çıkan renklilik ve çeşitlilikle temalarının uyumlu olması hikâyelerin tümünü âdeta bir romanın bölümleri biçimine getiriyor. Bu nedenle hikâyeler üzerine değerlendirme yaparken “Korkuluğun Düşü”nü “Ali Necip’in Hikâye Diyarı” olarak adlandırmak mümkün. Eğer üst bir anlatıcı seçilseydi -yazar bunu rahatlıkla yapabileceğini anlatım becerisiyle ortaya koyuyor- “Dekameron” veya “Binbir Gece Masalları”nda köklerini bulan anlatı biçimiyle güncel olarak hayatımızda yer alan yepyeni bir roman doğardı.

Olay Örgüsü ve Anlatım: Her bir hikâyenin olay örgüsü sağlam fakat kimi hikâyelerde olay örgüsündeki hızlı değişmelerde geçişler zıplama veya kopma hissi veriyor. Olaylar bir örgü bütününde verilmeleri gerekirken tabaka veya plakalar biçiminde üst üste veya yan yana oturtulmuş gibi duruyor. Bu noktada “Rıza’nın Değili” hikâyesinde akış gayet başarılıyken hikâyenin sonuna doğru Rıza’nın karısının da değilinin ortaya çıkması ikna edici olmuyor. Yazarın aynı durumda olan bazı hikâyelerde kolaj çalışması gibi duran olay akışına, zaman kullanımına ve iç anlatılara dikkat etmesi; olay akışları, zaman farklılıkları ve mekân değişimlerindeki geçişleri uyumlu ve inandırıcı hâle getirmesi gerekirdi.

 “Korkuluğun Düşü”nde anlatım daha çok birinci kişili karşımıza çıkıyor. On bir hikâyenin yedisinde anlatıcının birinci kişi olarak seçilmesinin okuyucuyu anlatının dünyasına daha kolay çekmek için olduğu düşünülebilir. Dışardan bir gözden ziyade birinci kişinin anlatıcı olması, hikâyelerin genelinin müşterek teması olan “arayış”ın etkin vurgusu için bilinçli bir seçim olarak değerlendirilebilir.

Tema/Derin Yapı: Ali Necip’in tüm hikâyelerinde derin yapı, karşıtlıkların ilişkisi içinde bütünleyici ve açıklayıcı ilkeyi arama olarak öne çıkmaktadır. Doğrudan “Bu hikâyelerin anlattığı anlatmak istediği nedir?” diye sorulduğunda kitaptaki anlatıların tümüne bakarak vereceğimiz cevap “arayış” olacaktır. Hikâyeler, kaybolmuş bir toplum ve dağılmış bir zamanda arayış içindeki insanı anlatıyor. Hikâyelerin klasik çizgiyi aşarak katmanlı bir zaman kullanımıyla kaleme alınması da bu doğrultuda bilinçli ve doğru seçim olarak görünüyor. Hikâyelerin her birinin temasının kitabın derinindeki ana tema olan “arayış”la bağlantısı belirlenebiliyor. Bu nedenle kitabın bütünündeki derin yapıyı oluşturan temanın diyalektik bir arayış olduğunu kolayca söylemek mümkün. Söz konusu arayışta hayat karşısında Ali Necip’in kahramanları edilgen değildir. Başta kayıtsız veya edilgen gibi görünseler de olayların akış sürecinde gayet etkin bir yol seçmekte ve sorunlarla doğru ya da yanlış bir sonuca varmak üzere mücadele etmektedir.

Son Söz Yerine: Ali Necip Erdoğan, “Korkuluğun Düşü”nde kullandığı “sağa sola savrulan uyku, seven sevilen bitkiler, kolaylıklar dileyen asansör…” gibi ifadelerle hayatın anlamına dair varlıkların müziğini yakalama becerisine sahip olduğunu kanıtlıyor. Bunun yanında hikâyelerinde genelde “örgü, hayal, ayna, kitap, yabancı, korkuluk, av, oyun” gibi motiflere özel bir yer ayırıyor. Bu motifler topladıkları zengin birikim ve telmih ettikleri çağrışımla yazarına kolaylık sağlasa da belli bir noktada tekrara yol açabilir. Yazar, bu tuzağa düşmezse ve eserlerinde kendi seçtiği ana temayı iyi işlerse özgün anlatılar kurup kalıcı eserler verebilir. Derin bir duygu ve düşünce dünyası olduğunu gördüğümüz yazarın kaleminden çıkan “Korkuluğun Düşü” okuyucularını bekliyor. Biz de her biri “bağımsız roman özü” gibi duran hikâyelerinden hareketle Ali Necip Erdoğan’dan yeni hikâyeler yanında romanlar da yazmasını bekliyoruz.

 (SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Kasım 2022/Rebi-ül Ahir 1444 tarihli 1082. sayısında yayımlanmıştır.)

 

 

 

 

 

 

4 Ocak 2022 Salı



DÜĞÜMLERİ ÇÖZMEK

Yalancı, sahtekâr, korkak, menfaatçi ya da aklı kıt birine; hadis usulü ve edebiyatı, fıkıh usul ve içeriği, tefsir usulü ve tarihi ya da Arapça sarf ve nahv öğrettiğimizde ne elde ederiz? Tartışmasız elde edeceğimiz sonuç; yalancı bir muhaddis, sahtekâr bir fakih, korkak bir müfessir, menfaatçi veya aklı kıt bir dil bilimci ya da benzerleri olacaktır.

İslam dünyasında tekrarlanıp duran fasit daireleri aşmanın yolları üzerine kafa yoran Murat SAYIMLAR, Fıtratname adlı eserinde düşünce ve inanç bağlamında anlama, kavrama ve düşünme çerçevesi sunup bu çerçevenin nasıl davranışa ve hayata dönüşeceğini ortaya koymuştu. Fıtratname'de insanın, insan anlayışının, düşüncenin, inancın, iradenin, davranışın ve hayatın doğasını/fıtratını esas alarak insan ve insanlığın amacını açıklamıştı ve açıklamasının mihverini Rum Suresi 30.ayet oluşturuyordu: “Sen hanîf (Allah'ı birleyen) olarak yüzünü dine yani Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir! Allah'ın yaratmasında değişme yoktur. İşte doğru din budur fakat insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.”

Söz konusu ayet ışığında SAYIMLAR; neyi, nasıl, neden ve nerede kaybettiğimizi; neye, nasıl, niçin ve nereden başlamamız gerektiğini çok açık anlatmıştı. Düğümleri Çözmek'te ise bu yolda ortaya çıkan sorunların neler olduğu ve bunların nasıl çözüleceği üzerine bir ömür boyu süren ve devam eden yüzleşmelerini kaleme alıyor:



“İster aydınlanma deyin, isterseniz kırk yılın tecrübesi sonucunda gelinen nokta -fark ettim ki- yapılması gereken öncelikli iş düğümlerin çözülmesidir. Neredeyse kırk yıldır, adına dava denilen bir sürecin içerisindeyim. Yaptıklarımız, gördüklerimiz, düşünüp, analiz ettiklerimiz, okuyup, yazdıklarımız sonucunda neredeyse pozisyonunu hiç bozmayan kitlelerin müşahedesi bunu gerektiriyor.

Kitleler, hakikati olduğu gibi işitmek, yüzleşmek ve anlamak hususunda yapısal bir soruna sahip. Kafalarına ve gönüllerine okuna, üflene, neredeyse sınırsız düğüm atılmıştır ve atılmaya devam edilmektedir. Bu düğümler doğal mekanizmayı bozmakta ve doğal mekanizmanın fıtratına uygun işlemesine engel olmaktadır. Bu nedenle yapılacak çalışmaların ana gövdesini, büyük bölümünü, “düğümlerin çözülmesi” oluşturmalıdır. Düğümleri çözmek, hakikate ilişkin özgür olarak okumayı mümkün kılacak, öncelikli temel kavram ve mekanizmaların kendi doğaları ve fonksiyonları üzerinden okunmasını hedeflemektedir.”

Düğümleri Çözmek adlı kitap, 28 yazıdan oluşuyor ve bu yazılar şu başlıkları taşıyor: Hâlin İçinde Hakkı ve Doğruyu Aramak, Sen “O” musun?, Düşmanla Halay Çekmek, Çölde Kaybolmuşluk, Görüş Keskinleşmeden Önce, Dava Adamı Olmak Demek, İşaretler, Hangisi Haklı?, İğne, Pasif Bilgi Tüketiciliği, Zor İşler, Neyin Parçası Olduğunu Bilmek, Gürültü-Lazer-Tohum-Strateji, Romantik Etkisizlik, Din kültürü-Dinî Bilgi, Yüzleşme yahut Yüzsüzleşme, Turnusol, Kakafoni Eşliğinde Raks, Devredilemez Sorumluluklar, Gezi Notları, Ne Zaman Doğmayı Düşünüyorsun?, Göğsümdeki Öküz, Şaşı Bir Şahitlik Meselesi, En Acil İhtiyacımız Nedir?, Beş Sahne Terapisi, Sarı Hamsi, Hayalleriniz Var mı?

Bu yazılar hayatın içinden örneklerle desteklenmiş, kendi içinde birbirini açıklayan ve birbiriyle uyumlu olarak karşımıza çıkıyor. Her biri hayatın içindeki belli düğümleri anlatmakta ve bunların çözümü üzerine kafa yormaktadır. “Neden başaramadık?”, “Başarmışsak neden tatmin olmadık/mutlu değiliz?”, “Neden bu hâldeyiz/mutmain değiliz?” Murat SAYIMLAR, bu soruların işaret ettiği,

·         Reel politik ile ideal politik arasında kalmış ve düalist,

·         Teori ile pratik çatışması yaşayarak uçuruma veya çukura dönüşmüş,

·         Ritüel ve semboller ile davranış ve hayat arasında bölünmüş

    düğümleri anlatıyor; düğümlerin çözümüne yönelik yapılacak ilk iş, kurucu eksen kavramları ele almaktır diyor: “Kavramların doğası ve temel fonksiyonları, hayatla bağlantılı olarak ve açık biçimde anlaşıldıktan sonra, bunların perspektifinde yaşamın okunması safhası söz konusu edilecektir. Zira atılan düğümlerin en yaygın ve etkililerinden biri; okuma, anlama ve anlamlandırmayı etkileyen, hatalı içerik taşıyan ve fonksiyonu belli olmayan anlamların oluşturulması, sahte ve işlevi belirsiz kavramların imal edilmesidir. Kurucu kavram; olgunun, oluşun, ilişkinin fonksiyonunu net olarak tarif etmiyorsa veya imal edilmiş bir tarif üzerinden sunuyorsa kavramın ifade ettiği anlam ile hayat arasında sahici bir bağ kurulamamaktadır.”

Murat SAYIMLAR, Düğümleri Çözmek adlı kitapta yer alan yazılarında insanın temel sorumluluğunun doğası çerçevesinde hayatı inşa etmek olduğunu söylüyor. İnşa sürecinde ortaya çıkan düğümlere neşter vuruyor.