11 Nisan 2023 Salı

İNSANİLEŞME VE İSLAMİLEŞME BAĞLAMINDA FITRATIN YOLU

 

MURAT SAYIMLAR VE ESERLERİ ÜZERİNE

İnsanın tanımı bilinç ve irade sahibi varlık diye yapılabilir. Bu doğrultuda bilinç ve iradenin yansıması da davranış olarak kendini ortaya koyacaktır. Çünkü insan davranmasa bile bir davranış gerçekleştirmektedir. İnsanın bilincinin işleyişi ve irade edişi, davranışları için gerek şart olsa da yeter şart olamamaktadır. İnsanın bilinci, iradesi ve davranışları noktasında İslami çerçevede düşünce üretmeye çalışan Murat SAYIMLAR, bu yöndeki gayretiyle son zamanlarda öne çıkan isimlerden biri oldu. “Fıtratname” ile ana çerçeve ve referans noktalarını işaretleyen SAYIMLAR devamında ortaya koyduğu Düğümleri Çözmek, Hayat Okumaları, Hayat Tasavvuru, Perdeleri Yakmak, Zikir Medeniyeti, Hayat Üçgeni gibi kitaplarında hem Fıtratname’nin açılımını yapıyor hem de birey ve toplum bağlamında Müslümanların sorunlarını tespit edip çözümler üretiyor. Aynı şekilde devamı gelecek görünen sonraki eserlerinde de bu çabasını sürdüreceği anlaşılıyor.

Murat SAYIMLAR, tüm yazı ve konuşmalarında insanları aklı kullanmaya bilinci işletmeye çağırıyor. Bundan sonrası için ise akıl ve bilinci davranışa dönüştürmeyi hedef gösteriyor. Söyledikleri kolaymış gibi görülse de başarılması çok zor bir teklif. “Eğer bunu başarmış olsaydık dünyanın her yerinden bizi görmeye gelirlerdi ve durumumuz insanlığın kurtuluş müjdesinin knıtı olurdu.” diyor. Oysa günümüzde Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sı, özelde İslam ümmeti genelde ise tüm insanlık için enformasyon anlamında haklı çıktı. George Orwell'ın 1984'ü ise ütopya olarak kaldı. 1984 daha ürkütücü görünse de bize cehennemi yaşatacak olan Cesur Yeni Dünya'ydı. Bugün o dünyadayız! Çünkü eski çağlarda insanlar bilgi eksikliğinden cahil kalıyordu. Bu çağın cahilliği ise bilgi çokluğu ve karmaşasından. Her yerde bilgi var ve hepsine saniyeler içinde ulaşabiliyoruz. Ancak bu bilgiyi nasıl işleyeceğimizi bilmiyoruz.

Artık çölde yok diyen müzmin umutsuz ve mutsuz Cioran'ın acı bir bir şekilde işaret ettiği gibi kurtuluş ve refah ve mutluluğu bırakın kaçış ve sığınma yeri bile kalmadı. İnsan, bina ve makine sentetik eşya kalabalığın oluşturduğu bir çöplükte yaşıyoruz. Akademik ayrıntılar ve labirentler çöplük, sözler giyecek yiyecek eğlence hatta insan bile artık birer çöp. Bundan okyanuslar ormanlar ve çöller bile kurtulamıyor. Dünya çöplüğünde Modern Batılı paradigmanın dünyayı kocaman çöplük yaptığı bu zamanda insanlığın çırpındığı adaletsizliğin ve sömürünün derinleştiğini görüyoruz. İnsanlığın kurtuluşu ve insanlık adına söylenecek söz kalmadı. İnsanlığın umudu olabilecek İslam ise çöplüğün neon ışıklı ve sonsuz çeşitli çöplerini biriktirme ve bu çöplerle oyalanmaya kapılan hırs ve tamahla büyülenmiş Müslümanlar eliyle rezil edildi. Bu çöplükte biz sefa sürelim siz kul köle olmaya devam edin, dünyada yer de kalmadı diyen azgınlar artık insanın fıtratını mahvetti. Hatta sırf üremesinler diye cinsiyet eşitliği maskesi altında erkeğin ve kadının fıtratı kaldırılmaya çalışıyor. Fıtri gerçekliği dile getirenler bile homofobik terörist ilan ediliyor. Sadece üremeyin çoğalmayın azalın iddiasının akademide medyayla süslenmiş söylemi olan bu tip iddialar yoluyla insanlık doğru yolu görmesinler diye aşırı aydınlatılmış bir ortamda gerçekten uzaklaşmaktadır. Ekini ve nesli yok eden iktidar sahipleri, insanın fıtratını deforme etmekte bunu allayıp pullamaktadır.

“Ezilenlerin Pedagojisi” adlı eserinde Paulo FREIRE “Ezilenler ezenlere karşı özgürleşmenin değil karşıt kutbuyla özdeşleşmenin özlemini çeker.” diyordu. Dolayısıyla FREIRE, hayat okuması anlamında gördüğü bu gerçek karşısında “insanlaşmayı ve insani değerleri kazanmayı” öneriyordu. Bu öneriyle de kalmıyor “insanlaşmanın/insani değerler”in ne olduğunu açıklıyordu. Çünkü yine FREIRE tarafından tespit edilen bir hayat gerçeği de şu: “Ezilenler insanlık modellerini ezenlerde bulurlar.” Freire; feodal ve Kapitalist bir zalimin veya sömürücünün yerini Marksist veya Sosyalist bir zorba ve semirgen aldığını görmüştür. Onun gayet isabetli tespiti ile yaratılışın/fıtratın özünde olan değerler adına girilen her mücadele; insan elinde amacından sapmakta, belli başarılar elde edildikten sonra bozulmaya dönmektedir. Zalimin kimliği değişmekte ama zulüm devam etmektedir.

Kendi ideolojik perspektifinden hayat anlayışını yansıtan FREIRE, bu gerçeği “Ezilenlerin Pedagojisi”nde anlatıyordu. Murat SAYIMLAR ise tevhid perspektifi taşıması sayesinde ister teorik isterse de pratik bağlamında ulaşılan her bilginin, katedilen her aşamanın, elde edilen her sonucun ortadan kaldırmak istediği olumsuzluğu yeniden kurgulanması, gerçek bir fıtrata dayalı hayat inşasını imkânsız kılmaması için gereken yolu gösteriyor. Bu perspektif/tevhid anlayışı yitilirse ismi ne kadar İslam olursa olsun ya da ne kadar ismi Müslüman olanlarca gerçekleştirilmiş olursa olsun aynı sonucu vereceğini, fıtratın bozulmasına ve zulme yol açacağına işaret ediyor.

FIERE tarafında insanileşme/insanlaşma işaret edilerek bir başka düşünce ve coğrafyada keşfedilen gerçek, Murat SAYIMLAR’ın ustalıkla ifade ettiği fıtratın gereklilikleri ve işlevlerine uygun davranılması mecburiyetini ortaya koyuyor. Çünkü SAYIMLAR,

Cahiliyet karşısında hakikatle,

Zulüm karşısında adaletle,

Bulaşık karşısında arı, duruyla,

Birçok put karşısında tek ilahla,

Kölelik karşısında özgürlükle,

Acımasızlık karşısında merhametle,

Bedevilik karşısında medeniyetle,

Kurulu düzen karşısında ADAMLA

çıkışın İslami hakikat olduğunu söylüyor. İslami mücadelenin ilk aşamasının adamlık olduğunu vurguluyor ve “insani değerlerin/adamlığın” fıtratın ta kendisi olduğunu âdeta haykırıyor. İslam dünyasında tekrarlanıp duran fasit daireleri aşmanın yolları üzerine bir model önerisi olan “Fıtratname”yle düşünce ve inanç bağlamında anlama, kavrama ve düşünme çerçevesi sunup bu çerçevenin nasıl davranışa ve hayata dönüşeceğini ortaya koyuyor. KAPI ARALIĞINDAN başlığı ile yayımlanan Düğümleri Çözmek, Hayat Okumaları, Hayat Tasavvuru, Perdeleri Yakmak, Zikir Medeniyeti, Hayat Üçgeni isimli diğer ise Fıtratname’nin izinde ve onun açıklaması biçiminde duruyor.

Murat SAYIMLAR’ın verdiği cevaplar ve önerdiği çözümler eksik ya da yanlış olabilir ama sorduğu sorular ve işaret ettiği sorunlar tüm yakıcılık ve yıkıcılığıyla ortada duruyor. Bu nedenle de Murat SAYIMLAR’ın seslenmesi kulak verilmeye, kitapları okunmaya değer.

TARİH KIRILIRKEN BİZ

TARİH KIRILIRKEN BİZ

Batı dışı dünya için çoğu sonucu felaket olan “modern durum”u kavramakta bile zorlanırken “post-modern durum”la yaşamak mecburiyetinde kalmıştık. Hâlâ moderni de post-moderni de tam olarak anladığımızı iddia edemiyoruz. Şimdi ise olanca güçsüzlüğümüzle sadece ve sadece maruz kaldığımız “post-truth (gerçeklik ötesi) durum”dayız.  Böyle bir zamanda zihinsel konforunu bozmaya cesaret eden bir yazarla karşılaşmak insana heyecan ve umut veriyor. Levent Özmen tarafından yazılmış “Tarih Kırılıyor” adlı kitap böyle bir kitap. Tarihin kırılması, elbette bir değişim ve dönüşüme işaret ediyor. Söz konusu değişim ve dönüşüm, kırılma kelimesiyle anlatılınca sertlik ve derinlik vurgulanmış oluyor. Çünkü “kırılmak”, “parçalara ayrılmak yanında; bükülmek, yönelmek, kitabın yazarının özellikle ifade etmek istediği gibi, “sert bir şekilde doğrultu değiştirmek” anlamını da veriyor.

Tarihin akışının hızlandığı, değişimin çok keskin gerçekleştiği, yeni olanın daha kapsamlı ortaya çıktığı, eskinin şaşırtıcı bir hızla kaybolduğu zamanlar; tarihin kırılma zamanları olarak düşünülebilir. Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel”  ve İlber Ortaylı’nın “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” adlı eserlerini de anarak ifade edecek olursak tarihin bazı kesitlerinde, on yıllar hatta yüz yıllar şekilleniyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Varşova Paktı’nın bitişi, iki Almanya’nın birleşmesi gibi olaylar, çok kısa zaman dilimlerinde gerçekleşmiştir. Tarihin kırılması açısından süre olarak daha uzun bir kesiti örnek vereceksek Roma’nın kuruluş aşaması, aklımıza gelecektir. Çünkü bu kuruluş, sonraki yüzyılları etkilemiş hatta belirlemiştir.

“Tarih Kırılıyor” adlı kitabın kapağında “Savaşta ve Saldırı Altındayız” alt başlığı da verilmiş. İddialı isim ve en az onun kadar iddialı bir alt başlığa sahip olan kitap bu yönüyle bile göz atılmaya değer olduğunu başta hissettiriyor. Kitabın ilk bölümünde “Sanayileşme dönemindeki bir kırılma mı yaşıyoruz?” diye soruluyor ve sanayileşme sürecinin etkileri, yaşadığımız gelişmelerin doğuracağı sonuçları açıklayabilmek için ortaya konuyor. “Köleliğin Evrimi” başlığını taşıyan sonraki bölümdeyse ilginç bir süreç anlatılıyor. Çünkü eski kölelik biçiminde ağırlıklı olarak, kişinin beden gücü kullanılırdı. Çoğu zaman ömür boyu kölenin emeği sömürülürdü. O dönemlerde her şeye rağmen kısmi bir ruhsal özgürlükten söz edilebilirdi. Şimdiki zamanda ise Byung-Chul Han'ın “Psikopolitika” adlı çalışmasında ifade ettiği gibi kölelik, artık daha acımasızca ve gönüllü olarak sürdürülmektedir. İnsanların artık sadece bedeni değil ruhu da köleleştirilmiştir. Asıl acınacak durum ise bu köleleştirmenin -başkaları tarafından değil- bir performans öznesi olan bireyin kendisi tarafından kendi ruhuna ve bedenine yapılmış olmasıdır. Burada planlama, üretim ve denetimle ilgili tüm süreçler de yine bireyin kendisi tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu durum, insanın kendi kendini “performans öznesi” olarak ortaya koymasıyla ile oluşmuştur. İşte Levent Özmen, Byung-Chul Han’ın dramatik bir şekilde ifade ettiği kölelik biçimini bedensel ve ruhsal olarak kabul etmeyenlerin zorla köleleştirilmek istendiğini, bireysel açıdan tam da bu noktada saldırı altında olduğumuzu anlatıyor.

Millet ve toplum olarak saldırı altında oluşumuz ise “Değer Savaşları ve Anlaşma Gücü” başlıklı bölümde ve kitap boyunca sıkça anlatılmış. Kitapta, “Gelecekte su savaşları gibi insan savaşları da olacak mı?” denerek insana vurgu yapılıyor. Hangi değerlerin neyi inşa ettiği, hangi değerler için hangi maliyetlere katlanılması gerektiği gibi hususlara işaret ediliyor. “Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluş İddiası” başlıklı bölümde de Cumhuriyet Dönemi’nde esas alınan iddialar ve bunlara dayalı uygulamalar anlatılıyor. Özellikle ekonomideki devletçi politikaların olumlu sonuçlandığı iddia ediliyor. Kültürel alanda ilk dönem yapılanlar; Etibank, Sümerbank örneğinde temsil edildiği gibi geçmiş medeniyetlerle ilgili yorumlamalar; geçmişi de geleceğe uygun tasarlayan Batı’nın yaptığının benzerini yapmak isteyişimize bağlanıyor. Söz konusu uygulamalar nedeniyle ekonomi, bilim ve kültürde ortaya çıkan sonuçların hiç de iç açıcı olmadığını düşündüğümüz için yazardan bu hususta ayrılsak da yazarın bugünü anlamak için geçmiş, anlamak ve geleceği kestirmek gerektiği vurgusunu benimsiyoruz.

Tarih Kırılıyor adlı kitapta kanımca “Sentetik Biyoloji, Uzayın Keşfi ve Asteroit Madenciliği” başlıklı bölümler daha yoğun bir dikkatle okunması gereken bölümler olarak karşımıza çıkıyor. Kitap boyunca;

·         Uzayı fethetme istek ve çabamızdan dijital arkeolojiye,

·         Makine tasarımlı biyolojik öğrenmeden davranışları belirleyen psikolojilere etki eden proteinlere,  

·         Uzaydan elden edilecek kazançların paylaşımından yine oradan gelebilecek saldırıya karşı savunmaya,

·         Canlı ve cansız karışımı hibrit varlıklardan yaşanabilecek iklim değişimleri nedeniyle Batı dünyasının Afrika’ya göçüne,

·         En son homojen biyolojik varlıklar olup olmadığımızdan bellek ve bilincimizin makine ya da bir bebeğe nakledip nakledilemeyeceğine

kadar pek çok konuya temas edilmiş. Tüm bunlar yapılırken bilimsellik adına değersiz ve nötr bir bakış açısı tercih edilmemiş. Tam tersine sorumluluk, dert ve değer sahibi olarak konular belirlenip ele alınmış. Kitap boyunca komplo teorilerine ve mitik söylemlere başvurulmadan bilimsel kriterlere uyularak bilgi ve düşünceler dile getirilmiş. Kitaptaki tespitlerin bazıları kimi noktalarda tartışılır olsa bile kafa yorulması gereken hayati sorunları ele almasıyla özgünlük kazanıyor. Velhasıl, gelecek adına endişemiz varsa daha bugünden iyisini istiyorsak sorumlu bir kafanın bilgi, düşünce, tespit ve tahlillerini içeren Tarih Kırılıyor, gözden kaçırılmaması gereken bir çalışma.

Derinden hissediyoruz ki gelecek; belirsiz, ilginç ve yepyeni bir şekilde geliyor. Gelecek, bugünün tekrarı veya geçmişin kopyası olarak karşımıza çıkmayacak. İster koşu diyelim isterse de yürüyüş ya da kitabın kapağındaki ifadeyle savaş da diyebiliriz, ortada bir mücadele olduğu kesindir. Bu mücadeleyi tembel ve konforlu hayata talip olanlar değil çalışmayı göze alanlar, yeni düşünce, bilgi ve görüş üretenler kazanacaktır. Son kertede evrensel buyruk bize değişimin en temel yasasını söylüyor: “Bir topluluk kendisini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Rad:11) Öyle ki, ancak yapısal sorunlarımızı anlama ve çözme çabasına sahip olursak bireysel ve toplumsal durumumuz dolayısıyla dünyadaki konumumuz değişecektir.

 (SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Ocak 2023/Cemazi-el Ahir 1444 tarihli 1084. sayısında yayımlanmıştır.)

 


29 Aralık 2022 Perşembe

 

ALİ NECİP'İN HİKÂYE DİYARINDA

Ali Necip ERDOĞAN’ın yeni hikâye kitabı “Korkuluğun Düşü” yayımlandı. Kitabı okurken her bir hikâyede ayrı bir mecraya açılıyor ve bu mecrada yeni dünyalara giriyor veya kendinizi o dünyalara ait farklı kesitlerde buluyorsunuz. Öyle ki bazen kendinizi İstanbul açıklarında bir geçiş kapısından sizi siz yapan en temel varlık ve değerlerle ilgili zaman ve mekânı aşan bir boyutta buluyorsunuz, bazen bir notanın ayak ucunda oturup hayatınızın en hüzünlü anlarıyla yüzleşiyorsunuz. Korkuluğun Düşü’nde kişiler ve mekânlar özgün, anlatım da tutarlı bir örgüye sahip olduğu için hikâyeler gayet başarılı. Vaka ve ifade ediş birbirini boğmuyor. Bu noktada çoğu yazarın uzağına düştüğü başarıyı Ali Necip Erdoğan yakalamış görünüyor. Hikâyelerin temaları, kendi dilince konuşan varlıklar dünyasında gerçek-düş geçişkenliğiyle verilmiş. Kurgular ise geçmiş-bugün, varlık-ayna, asıl-görüntü, Rıza-değili, avcı-av, usta-acemi gibi karşıtlıklar bütünü üzerinde inşa edilmiş.

Bu yazıda öncelikle Korkuluğun Düşü’nü oluşturan hikâyelerin tema ve anlatımını inceleyerek tümünün hem dayandığı hem yöneldiği temaları belirleyerek derin yapıda hangi temanın yattığını açığa çıkarmaya çalışacağız. Hikâyelerin kurgu ve anlatımı üzerine bazı eleştirilere de yer vereceğiz.

Genel Bakış: “Korkuluğun Düşü”ndeki hikâyeler tema, anlatım ve bakış açısı yönünden uyumluluk gösteriyor. Bu uyum, hikâyelerin kendi bütünlükleri içinde olduğu gibi hikâyelerin oluşturduğu kitabın bütününde de görülüyor. Bu bağlamda yazarın vurgulamaya çalıştığı ana/derin temayı da belirlemek mümkün oluyor. Bununla birlikte kitaptaki hikâyeler birbiriyle tematik uyuma sahip olmasına rağmen kitabın bütünlüğü içinde “Avlanıyorum” ve “Büyük Karşılaşma” adlı hikâyeler diğer hikâyelerden ayrışıyor. Özellikle “Avlanıyorum”, anlatımı ve bakış açısı yönünden bu kitapta yeri yokmuş hissi veriyor. “Avlanıyorum”da anlatım birinci tekil kişi üzerinde, zamansal geriye dönüşlerle birlikte gerçekçi bir anlatıma sahip. Hikâyede avla-n-mak vurgusu üzerinden av yaparken kurdun avı durumuna düşmek anlatılıyor fakat bu av, kurt gibi gayet somut ve vahşi bir varlık üzerinden değil de cin peri gibi soyut bir varlık üzerinden olsaydı kitabın bütünlüğüne uyardı. Kitabın sonundaki “Büyük Karşılaşma” adlı hikâye ise anlatım açısından iyi bir hikâye olmasına rağmen “vatan” vurgusuyla kitabın bütüncül temasıyla uyumlu değil. Hikâyede zaman akışında geriye dönüşler ve geleceğe dönük mesajlar da var. Bu bağlamda çoklu bir zaman kullanımı söz konusu ama zaman geçişleri arasında kopma var. Geriye dönüşler anlatım içine yedirilse hikâye daha da güzel olurdu. Ayrıca hikâyenin kahramanı olan çocuğun isminin “Vatan” oluşu ve bu kelime üzerinden vatanla ilişkimizin vurgulanması -Avla-nıyorum’da olduğu gibi- isim ve fiile yüklenen anlamla birlikte yapaylık hissi oluşturuyor, kelimelere gereksiz yükle/n/me havası veriyor.

“Dedektif Yekta’nın Başına Gelenler”, bir İstanbul anlatısı olarak güzel. Olay örgüsü, anlatımı ve temasıyla gayet başarılı bir hikâye. Sadece zamansız bir boyuta geçilmesine rağmen kum saati üzerinden olay akışı paralelliği kurulması yerine sohbetteki cümleler soru-cevap sayısı gibi başka bir ölçü seçilebilirdi. “Taht Kurmuşsun Kalbime” adlı hikâye ise insanın ruhuna dokunuyor. Mesajı da anlatımı da güzel, bu hikâyede mekân olarak Ankara seçilmiş. Hikâyeyi bitirdiğinizde Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı eserinde ortaya koyduğu İstanbul anlatısına benzer bir Ankara romanını Ali Necip Erdoğan’ın yazabileceği umudu içinize doğuyor. “Örgü”, tema olarak gayet başarılı olay örgüsünde örgü süreci ile sanat eseri arasında kurulan paralellik şaşırtıcı derecede başarılı. “Hayali Kuran Kim”, “Ayna”, “Rıza’nın Değili”, “Farkedilmeyen”,”Yargısız” ve “Korkuluğun Düşü” adlı hikâyeler kitap içinde dikkat çeken hikâyeler. Ayrıca kitaptaki hikâyelerin tema ve anlatımı dikkate alındığında ortaya çıkan renklilik ve çeşitlilikle temalarının uyumlu olması hikâyelerin tümünü âdeta bir romanın bölümleri biçimine getiriyor. Bu nedenle hikâyeler üzerine değerlendirme yaparken “Korkuluğun Düşü”nü “Ali Necip’in Hikâye Diyarı” olarak adlandırmak mümkün. Eğer üst bir anlatıcı seçilseydi -yazar bunu rahatlıkla yapabileceğini anlatım becerisiyle ortaya koyuyor- “Dekameron” veya “Binbir Gece Masalları”nda köklerini bulan anlatı biçimiyle güncel olarak hayatımızda yer alan yepyeni bir roman doğardı.

Olay Örgüsü ve Anlatım: Her bir hikâyenin olay örgüsü sağlam fakat kimi hikâyelerde olay örgüsündeki hızlı değişmelerde geçişler zıplama veya kopma hissi veriyor. Olaylar bir örgü bütününde verilmeleri gerekirken tabaka veya plakalar biçiminde üst üste veya yan yana oturtulmuş gibi duruyor. Bu noktada “Rıza’nın Değili” hikâyesinde akış gayet başarılıyken hikâyenin sonuna doğru Rıza’nın karısının da değilinin ortaya çıkması ikna edici olmuyor. Yazarın aynı durumda olan bazı hikâyelerde kolaj çalışması gibi duran olay akışına, zaman kullanımına ve iç anlatılara dikkat etmesi; olay akışları, zaman farklılıkları ve mekân değişimlerindeki geçişleri uyumlu ve inandırıcı hâle getirmesi gerekirdi.

 “Korkuluğun Düşü”nde anlatım daha çok birinci kişili karşımıza çıkıyor. On bir hikâyenin yedisinde anlatıcının birinci kişi olarak seçilmesinin okuyucuyu anlatının dünyasına daha kolay çekmek için olduğu düşünülebilir. Dışardan bir gözden ziyade birinci kişinin anlatıcı olması, hikâyelerin genelinin müşterek teması olan “arayış”ın etkin vurgusu için bilinçli bir seçim olarak değerlendirilebilir.

Tema/Derin Yapı: Ali Necip’in tüm hikâyelerinde derin yapı, karşıtlıkların ilişkisi içinde bütünleyici ve açıklayıcı ilkeyi arama olarak öne çıkmaktadır. Doğrudan “Bu hikâyelerin anlattığı anlatmak istediği nedir?” diye sorulduğunda kitaptaki anlatıların tümüne bakarak vereceğimiz cevap “arayış” olacaktır. Hikâyeler, kaybolmuş bir toplum ve dağılmış bir zamanda arayış içindeki insanı anlatıyor. Hikâyelerin klasik çizgiyi aşarak katmanlı bir zaman kullanımıyla kaleme alınması da bu doğrultuda bilinçli ve doğru seçim olarak görünüyor. Hikâyelerin her birinin temasının kitabın derinindeki ana tema olan “arayış”la bağlantısı belirlenebiliyor. Bu nedenle kitabın bütünündeki derin yapıyı oluşturan temanın diyalektik bir arayış olduğunu kolayca söylemek mümkün. Söz konusu arayışta hayat karşısında Ali Necip’in kahramanları edilgen değildir. Başta kayıtsız veya edilgen gibi görünseler de olayların akış sürecinde gayet etkin bir yol seçmekte ve sorunlarla doğru ya da yanlış bir sonuca varmak üzere mücadele etmektedir.

Son Söz Yerine: Ali Necip Erdoğan, “Korkuluğun Düşü”nde kullandığı “sağa sola savrulan uyku, seven sevilen bitkiler, kolaylıklar dileyen asansör…” gibi ifadelerle hayatın anlamına dair varlıkların müziğini yakalama becerisine sahip olduğunu kanıtlıyor. Bunun yanında hikâyelerinde genelde “örgü, hayal, ayna, kitap, yabancı, korkuluk, av, oyun” gibi motiflere özel bir yer ayırıyor. Bu motifler topladıkları zengin birikim ve telmih ettikleri çağrışımla yazarına kolaylık sağlasa da belli bir noktada tekrara yol açabilir. Yazar, bu tuzağa düşmezse ve eserlerinde kendi seçtiği ana temayı iyi işlerse özgün anlatılar kurup kalıcı eserler verebilir. Derin bir duygu ve düşünce dünyası olduğunu gördüğümüz yazarın kaleminden çıkan “Korkuluğun Düşü” okuyucularını bekliyor. Biz de her biri “bağımsız roman özü” gibi duran hikâyelerinden hareketle Ali Necip Erdoğan’dan yeni hikâyeler yanında romanlar da yazmasını bekliyoruz.

 (SEBÎLÜRREŞAD dergisinin Kasım 2022/Rebi-ül Ahir 1444 tarihli 1082. sayısında yayımlanmıştır.)

 

 

 

 

 

 

4 Ocak 2022 Salı



DÜĞÜMLERİ ÇÖZMEK

Yalancı, sahtekâr, korkak, menfaatçi ya da aklı kıt birine; hadis usulü ve edebiyatı, fıkıh usul ve içeriği, tefsir usulü ve tarihi ya da Arapça sarf ve nahv öğrettiğimizde ne elde ederiz? Tartışmasız elde edeceğimiz sonuç; yalancı bir muhaddis, sahtekâr bir fakih, korkak bir müfessir, menfaatçi veya aklı kıt bir dil bilimci ya da benzerleri olacaktır.

İslam dünyasında tekrarlanıp duran fasit daireleri aşmanın yolları üzerine kafa yoran Murat SAYIMLAR, Fıtratname adlı eserinde düşünce ve inanç bağlamında anlama, kavrama ve düşünme çerçevesi sunup bu çerçevenin nasıl davranışa ve hayata dönüşeceğini ortaya koymuştu. Fıtratname'de insanın, insan anlayışının, düşüncenin, inancın, iradenin, davranışın ve hayatın doğasını/fıtratını esas alarak insan ve insanlığın amacını açıklamıştı ve açıklamasının mihverini Rum Suresi 30.ayet oluşturuyordu: “Sen hanîf (Allah'ı birleyen) olarak yüzünü dine yani Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir! Allah'ın yaratmasında değişme yoktur. İşte doğru din budur fakat insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.”

Söz konusu ayet ışığında SAYIMLAR; neyi, nasıl, neden ve nerede kaybettiğimizi; neye, nasıl, niçin ve nereden başlamamız gerektiğini çok açık anlatmıştı. Düğümleri Çözmek'te ise bu yolda ortaya çıkan sorunların neler olduğu ve bunların nasıl çözüleceği üzerine bir ömür boyu süren ve devam eden yüzleşmelerini kaleme alıyor:



“İster aydınlanma deyin, isterseniz kırk yılın tecrübesi sonucunda gelinen nokta -fark ettim ki- yapılması gereken öncelikli iş düğümlerin çözülmesidir. Neredeyse kırk yıldır, adına dava denilen bir sürecin içerisindeyim. Yaptıklarımız, gördüklerimiz, düşünüp, analiz ettiklerimiz, okuyup, yazdıklarımız sonucunda neredeyse pozisyonunu hiç bozmayan kitlelerin müşahedesi bunu gerektiriyor.

Kitleler, hakikati olduğu gibi işitmek, yüzleşmek ve anlamak hususunda yapısal bir soruna sahip. Kafalarına ve gönüllerine okuna, üflene, neredeyse sınırsız düğüm atılmıştır ve atılmaya devam edilmektedir. Bu düğümler doğal mekanizmayı bozmakta ve doğal mekanizmanın fıtratına uygun işlemesine engel olmaktadır. Bu nedenle yapılacak çalışmaların ana gövdesini, büyük bölümünü, “düğümlerin çözülmesi” oluşturmalıdır. Düğümleri çözmek, hakikate ilişkin özgür olarak okumayı mümkün kılacak, öncelikli temel kavram ve mekanizmaların kendi doğaları ve fonksiyonları üzerinden okunmasını hedeflemektedir.”

Düğümleri Çözmek adlı kitap, 28 yazıdan oluşuyor ve bu yazılar şu başlıkları taşıyor: Hâlin İçinde Hakkı ve Doğruyu Aramak, Sen “O” musun?, Düşmanla Halay Çekmek, Çölde Kaybolmuşluk, Görüş Keskinleşmeden Önce, Dava Adamı Olmak Demek, İşaretler, Hangisi Haklı?, İğne, Pasif Bilgi Tüketiciliği, Zor İşler, Neyin Parçası Olduğunu Bilmek, Gürültü-Lazer-Tohum-Strateji, Romantik Etkisizlik, Din kültürü-Dinî Bilgi, Yüzleşme yahut Yüzsüzleşme, Turnusol, Kakafoni Eşliğinde Raks, Devredilemez Sorumluluklar, Gezi Notları, Ne Zaman Doğmayı Düşünüyorsun?, Göğsümdeki Öküz, Şaşı Bir Şahitlik Meselesi, En Acil İhtiyacımız Nedir?, Beş Sahne Terapisi, Sarı Hamsi, Hayalleriniz Var mı?

Bu yazılar hayatın içinden örneklerle desteklenmiş, kendi içinde birbirini açıklayan ve birbiriyle uyumlu olarak karşımıza çıkıyor. Her biri hayatın içindeki belli düğümleri anlatmakta ve bunların çözümü üzerine kafa yormaktadır. “Neden başaramadık?”, “Başarmışsak neden tatmin olmadık/mutlu değiliz?”, “Neden bu hâldeyiz/mutmain değiliz?” Murat SAYIMLAR, bu soruların işaret ettiği,

·         Reel politik ile ideal politik arasında kalmış ve düalist,

·         Teori ile pratik çatışması yaşayarak uçuruma veya çukura dönüşmüş,

·         Ritüel ve semboller ile davranış ve hayat arasında bölünmüş

    düğümleri anlatıyor; düğümlerin çözümüne yönelik yapılacak ilk iş, kurucu eksen kavramları ele almaktır diyor: “Kavramların doğası ve temel fonksiyonları, hayatla bağlantılı olarak ve açık biçimde anlaşıldıktan sonra, bunların perspektifinde yaşamın okunması safhası söz konusu edilecektir. Zira atılan düğümlerin en yaygın ve etkililerinden biri; okuma, anlama ve anlamlandırmayı etkileyen, hatalı içerik taşıyan ve fonksiyonu belli olmayan anlamların oluşturulması, sahte ve işlevi belirsiz kavramların imal edilmesidir. Kurucu kavram; olgunun, oluşun, ilişkinin fonksiyonunu net olarak tarif etmiyorsa veya imal edilmiş bir tarif üzerinden sunuyorsa kavramın ifade ettiği anlam ile hayat arasında sahici bir bağ kurulamamaktadır.”

Murat SAYIMLAR, Düğümleri Çözmek adlı kitapta yer alan yazılarında insanın temel sorumluluğunun doğası çerçevesinde hayatı inşa etmek olduğunu söylüyor. İnşa sürecinde ortaya çıkan düğümlere neşter vuruyor.

                                             


 

16 Nisan 2020 Perşembe

SİGARA BIRAKMA GÜNLÜĞÜ IX


+1. GÜN, PERŞEMBE

Artık bu konunun baş edilebilir bir tercih meselesi olduğu, benim için çok açık…
Belirlenimcilik veya tarihsel materyalizm ya da tarihsel determinizm işimize yarayabilir. (Orhan Hançerlioğlu, buna eytişimsel özdekçilik ya da eytişimsel zorlanımcılık derdi vallahi oturgaçlı götürgeç tadında felsefe) lisede böyle bir dille yazılmış kütük gibi bu kitabı/felsefe sözlüğünü okuyan adamın sigaraya başlaması da pat diye bırakması da normal bence… “Sence Olric?..” “Olric nerdesin oğlum?” “Benim adım Olric değil” “Ya ne?” “Hüseyin o benim ama olsun, ben kendi adımı Hüseyin koydum...” “İyi bakalım ya sen kimsin?” “Ben de Hüseyin’im…” “Ya sen?” “Ben Hüseyin…” “Kesin be Hüseyin kim?”




Bunca kargaşa içinde ne belirlenimciliği ne cebriyesi ne kaderciliği... İnsanın tüm irade karar ve eylemlerini biyokimsal ve hormanal yapı ile açıklayan çoklu nedensellik ve bileşke neden açıklaması yeterli değil bence.

Bütünüyle rahat rahat özgür irade kullanılıyor mu?
Onu demek de zor? Bu bir madde ve bedeni kuşatıp işgal ediyor? Yetmiyor ruhu da işgal ediyor. Ayrıca atla deve de değil.
Gerçek çok yalın gerisi hikâye ve abartı.
İçseniz de olur içmeseniz de…
Ama içmeseniz daha iyi olur.

Bir yer de okumuştum sigara tırnak yemeyi engelliyormuş iyi de tırnak yemiyorum ki…
Neden çünkü tırnak yiyerek dengeli beslenemeyeceğimi biliyorum…
Otobüsü beklersen ya da arkadaşını beklersen hemen gelirler sigarayı yak sen. Ama burada rasyonel bir şey var mı yok… Yahu ne demiştik?
Sigaranın neresi rasyonel ki?
Tercih senin…
Bir tarafta sağlık ve huzur…
Diğer tarafta kısmi ruh sağlığı ama huzursuzluk ve sağlığa tam yönelmiş göz göre göre gelen bir tehdit…

Sosyalleşme konusunda sorunlar yaşayacağım belki. Kimi arkadaşlarımı kaybedeceğim. Beni görünce eski mafya üyesi imişim de onları bırakmışım gibi vicdan yapacaklar bir gün kendileri bırakmayı umarak. Ya da benden huzursuz olarak ya da beni huzursuz etmekten korkarak…
Gerek yok doğal davranın…

Sait’in dediği doğamıza uymuyorsa er ya da geç yolumuz ayrılacak…
Uyuyorsa yolumuz birleşecek…
Mevzu doz ve mesafe…
Sigara ne ki…
Kalan ruh, beden ve sağlık ve muhabbet…
İçmemeyi tercih ediyorum…
Bu beni mutlu ediyor…
Aksi durumda 27 seneden fazla yaşadım…
İçmeyi tercih etmiştim…
Şimdi içmemeyi tercih ediyorum…

Vazgeçtiğim hiçbir şey yok…
Sait öyle diyor, vakti gelince her şey bırakılır hayat bile…

Benim ben Hüseyin…
Hiçbir sevdiğime ömür boyu sigara içmeyi yakıştıramıyorsam ve onların içmeyen insanlar olmasını istiyorsam kendim niye öyle olmayayım?

Ve beni sevenleri neden huzursuz edeyim, mutsuzluklarına sebep olayım, endişe içinde bırakayım… Sigara içen sevdiklerim bile benim bırakmama sevinecek…
Bundan sonrası mı?

Vallahi bana kalmış!!!

Bu süreçte gençliğime sigara içemediğim güzel günlere döndüm… Dün gibi yaşadım ve yaşıyorum…

O yıllarda dinlediğim şarkılar…

Okuduğum kitaplar sevdiğim şarkılar… Samsun’da denizden doğan güneşler…

Ve 1991’de çıkan albümünde çok sevdiğim şarkısında söylediği gibi Sezen Aksu’nun

NE KAVGAM BİTTİ NE SEVDAM…


SİGARA BIRAKMA GÜNLÜĞÜ VIII


7.    GÜN; ÇARŞAMBA: “BEN SİGARA İÇMEYEN BİRİYİM”

İçimde atlar daha bir hızlandı koşmaktan keyif alarak koşuyorlar. Kendini yok edercesine değil var edercesine koşmak için koşuyorlar büyük bir keyifle… Sabahları evden çıkıp onlarla koşuyorum…

Sigarayı bırakmak gerçekten kolay. Eski bir Diyarbakır Belediye Başkanı, beraber sigara içerken bana her akşam bırakıyorum her sabah başlıyorum demişti. Ben de çok defa uzun ya da kısa aralıklı bırakmıştım. Bu güzel bir şey ama asıl dert, tekrar başlamamak ve bu çok zor… Başlamak kolay ve cazip çünkü.

“Burnum otoban gibi öyle güzel nefes alıyorum. Işıksız trafiksiz bir otoyolda araba kullanmak gibi keyifli.”

Yıldız Teknik mezunu Mustafa Abi sigarayı bırakmış... "Hani İstanbul'da okusaydın beraber kalacağınız kişi..." "19 Mayıs Lisesi 90 mezunu..." "Bir İrlandalı ile evlenmiş." "İrlandalı mı 90 mezunu, 19 Mayıs hem de?!" "Daha neler?" "İngiltere'de..." "İngilizler sigara içmiyor mu?" "Yok, ondan değil... Zaten eşi de İrlandalı..." "İrlandalılar mı sigara içmiyor?" "Onlar boks yapardı Amerika'da değil mi?" "Hem dava hep kavga adamıydı Mustafa, eşi de öyle demek ki!" "Doğru söyle kavga için mi, sağlık için mi?" "Nereden bileyim işte bırakmış sigarayı..." "Hani mantığı yok ya bu işin?!?" "Amerika'da İngiltere'de mi bırakmış?" "Ne Amerikası ya..."

Kendimi araba kullanmaya motive ediyorum… “Eee, molalarda sigara içmeyecek miyim?” “Aslında faydası vardır sigaranın, hiç mi yok sence?” “Bir günlük tutalım.” “Yeni mi aklım başıma geldi.” “Evet, hem de yayımlamayı düşünüyorum…” “Yayımlayalım evet…” “Yayımlamayalım hayır…” “Ben direksiyon başında sigara içemem araba kullanırken içemem çay kahve içerken de içemem.” “Yani neymiş kendimi öyle alıştırmışım. Anlamayan var mı?” “Anladım…” “Anlamadım…” “Sen anlamasan da olur…” “Anladık…” Anlaşıldı…” “Tamam havalara girme…” “Öyle ne yapalım yani?”

Demek ki doğru söz, tüm sözlere üstündür üstün görülmese duyulmuyormuş gibi yapılsa bile…

SİGARA BIRAKMA GÜNLÜĞÜ VII


6. GÜN, SALI: “SOKMAZ YILANIM, CANIM BENİM”

Yine yürüyüş yine spor… İçimdeki atlar koşuyor… Onları dumanla boğmuyorum coştukça coşuyorlar… Organik besleniyorlar… İçimde yaşama heyecanı ve enerjisi arttıkça artıyor…
“Sokmaz yılan” tabirinin zararsız görünen zararlı ya da zararsız ama zararlıymış gibi korku salan… Boş sanılan ama dolu olduğu tahmin edilen ya da dolu mu bilinmeyen boş olmadığı tahmin edildiği için korkulan kişiler için kullanıldığını hatırlıyorum. Ya da ben öyle sanıyorum. Sigara da tam sokmaz yılan; zararsız sanılan/görülen ama zararlı olduğu bilinen; zararlı görülen ama zararsız sanılan.

Burnumdan kurumlar akıyor. Nefes alıyorum kucak kucak…  İçimde bir hayvan böğürüyor ölüyorum diye yardım istiyor. Aslında o canavar ve içime yerleşmiş sigara isteği, ölsün gitsin. Korkunç çığlıklar atıyor ve böğürüyor. “O aslında aslında böğürmüyor aşk çağrısı ve o eş adayına sesleniyor.” “Buyur burdan yak!” “Tuhaf Olricler sürüsü..” “Kendini Hüseyin sanan… “Olric kim ki olric giremez.” “Demon Mefisto mephistopheles ya da iblis, şeytan, melek, sağduyu, vicdan, fıtrat ee!!!!”




“Kim dedi onu bu Freudiyen Olric de kim…,Ne yani Ruşen Ali’nin çağrısı alageyiğin çağrısı gibi bir şey mi bendeki?” Bir saniye ya evleniyor gerdek gecesi alageyik av vs. Aman be bu da Freudiyen yorum oldu gitti. Sigaradan nereye geldik sigara cinsel sağlığa düşman akla ve bedene ruha da zararlı…” “Bence keyifli…” “Sen kimsin tiryaki Olric mi?” “Yoo Hüseyin…” Bak yıllarca Bülent Akyürek çekti benden Pamuk Prenses’e ettiklerinden dolayı… Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler için demiş ki Cinnetim Cennetimdir’de –yoksa Cennetim Cinnetimdir miydi?- “İşte hafta yedi gün ya, ee cüceler de yedi tane …” “Eee ?” “Ne e’si sen Prens’in avukatı mısın?” “Sen Grimm kardeşlerin yaveri misin?” “Oo, burada ne oluyor gene?” “Her neyse ben Bülent’e fena hesap sordum…” “İçimizdeki Öküze Oha Deyin” demiş çok sattı mı bari faydası olmuş kişisel gelişimin iyi para kazanmışsın… “Onca insanın önünde rezil oldu yetmedi…” “350-400 kişisel gelişim kitabını okudum dediniz 4 ayda hızlı okuma tekniklerini mi kullandınız…” Bülent beni nerde görse kaçıyor… “Aa, Sait dedi ki sigara savaşçısı Sait- Bülent o dönem hâli iyi değildi –ne zaman iyi oldu ki çok kötü sigara içiyor hepimiz gibi ölecek o-  Erkan yazdı o bölümü kitap çıksın diye!” Erkan mı? Hemen Erkan’a  sordum yok ya ben sadece şöyle bir göz attım valla redakte bile etmedim... Erkan elimden zor kurtuldu zaten Bugün Gülleri Budadım’ı yazan adamın bunu yapmasını bekleyemezdim. “Beklerdim...” “Bekledim…” “Bekledin…” “Sait söyledi…” “Beklemedim…” “Erkan’a sordun…”

Susun be, kukla mı oynatıyoruz burada?

Tamam ya sonuçta o yazmamış!!!

Pamuk Prenses’e bunları yapanları pişman ettim... Affettim Bülent Bey’i Mavi Marmara Risalesi sonrası… Bülent de şaşırdı 5 tane Mavi Marmara imzalatınca ilk önce kaçmaya çalıştı; yakaladım –zaten çelimsiz bir şey-, kitabı övdüm, gerçekten çok güzel yazılar vardı -Ak Yürekli Yazılar- bakıştık, anlaştık, önce ateşkes ardından kalıcı barış antlaşması… Sigara maceralı bir hayat babandan kaç saklan anneden kaç saklan sonra çocuklardan kaç saklan, hayatın rutinini bozuyor hayata heyecan katıyor okulda müdürden kaç iş yerinde müdürden veya şeften kaç… Yok ya, uçma ne olur? Sen her yerde sigara içtin baban hariç kimseden kaçmadın ki! Biraz biraz çocuklar o da suçluluk duygusu…

Sigara içmemek güzel be kardeşim…