MAAİLE KIRAAT EDİLEN ERDEMSİZLER
ÜLKESİ NAM BİR KİTAP HAKKINDADIR
Kadim dostlarımdan biri var, yayımcı. Yayımcı dedikse dizi veya yüksek satış rakamlı bol kazançlı gazeteler, dergiler, yayımlıyor; programlar ve filmler yapıyor değil.
Çok zengin falan da demeyeceğim. Ben de zaten çocukluğumdan beri etrafımda hep fakir, garip ve gariban yayımcı arkadaşlar olsun istemişimdir. (Gerçi kitaplar yanında diziler ve filmlerle ilgili çalışan ve benim tahminim 10 milyon 500 bin dolar aylık geliri/muhtemelen de 10 milyon 575 bin dolar da gideri olan bir yayımcı arkadaşım daha var. Yayımcı dedikse kitap çok küçük yer kaplıyor faaliyetinde... En çok geliri de bir tabuttan elde ediyor. Arkadaş, tabutun menajeri gibi ve söz konusu tabutun oynamadığı film yok desem yeri. Her film icabı ölen, bu tabutla yolculuk yapıyor. Şu ara sergi açtı kendisi: Bkz.http://www.milliyet.com.tr/galeri/daha-once-boylesini-gormediniz-def-i-hacet-6093738/8)
Neyse efendim, benim kitaba merakım erken başladı. Bebeklikten mi desem? Abartmış olurum sanırım. Ama bu sözde haklılık payı yok değil. Dünyaya 7 aylık bir bebek olarak gelmişim. Dünyaya gelmekteki acelemi okumak için diye açıklıyorum. (Ehem ehem...) Babam bunu fark etmiş olmalı ki okumaya başlar başlamaz daha ilk
harflerle boğuşurken bana her gün Hürriyet gazetesi getirirdi. Kendi
ömrünce şöyle bir göz atmak dışında gazete okumamış bu adam, benim okuyacağıma
kanaat etmişti. Sonradan Hürriyet gazetesi yanına çocuk dergileri de ekledi. O
bunları yaparken ben de onun kitaplığını çoktan fethetmiş, tüm kitaplarını
okumuştum. Babamın kütüphanesi, Yunus Emre Divanı (Her sabah
namazı sonrası bağıra bağıra bir ilahisini söyler ya da şiirini okurdu. İlahi
faslı sonrası türkü söylerdi. Repertuvarı çok geniş değildi ya da benim aklımda
öyle kaldı. Hep söylediğini sandığım üç dört türkü vardı: Erzurum Dağları da Kar ile Boran, Erzurum’dan Çevirdiler Yolumu, Çarşamba’yı Sel aldı, Ordu’nun Dereleri. Farkındayım yöresel dağılım dengesiz, ilginç bir Erzurum takıntısı da göze çarpıyor kulağa da denebilir.), İmam-ı Gazali’nin Hüccetülislam’ı,
Naat-ı Şerifler ve Kasideler adında bir kitap, Amme Cüzü ve Mushaf’tan ibaretti. Neyse efendim yayın
işine geri dönersek -kısacası- zengin değil ama fakir de değil bu yayımcı arkadaş. Hele
gönlünün zenginliği başkalarıyla kıyas kabul etmez. Zaten öyle olmayan
yayımcının benle ne işi olur. Zengin olan yayımcı kadim arkadaş da olsa çevresini
unutur gider. ("Diğeri niye unutmadı?" diyen varsa gelir-gider dengesine tekrar göz atılabilir.) Rezidansın tepesine çıkanın ufku açılıyor uçup gidiyor bir daha ayakları
memleketin toprağına basmıyor bu ülkede. Ama bu yayımcı arkadaş -fakir olanı- öbürü gibi -zengin olma yolunda olanı gibi- hem adam gibi
adam hem de Kafkas kökenli -öteki de Fatsalı Kardeşim!- (Eee, bu arada kim kimdi?) Neyse her ikisi de (ayırt edemedim şimdi) rezidansa çıksalar da yanlarında atlarını da götürürler en tepeye…. Yörük olsalar atın yanına keçiyi de alacak türden insanoğulları bunlar. Onlar için "erdemli" desem daha iyi olur sanki. (Bkz. https://maarifmektepleri.com.tr/ ve Bkz.Bkz.https://www.instagram.com/antikaci_nevzatonmus/?hl=tr)
Laf lafı açıyor
deyip Cem Özer’in kulaklarını çınlattıktan sonra yeniden konuya gelirsek/gelebilirsem bu
yayımcı arkadaş, -mağrur ve Kafkasyalı olanı- güzel insan; niteliği yüksek kitapları, bol emek sarfiyatı az
kazanç ile yayımlıyor. (Bkz. yayımladığı bazı kitapların
kapak görselleri) Bazen de kazanç eksiye iniyor cepten ödüyor. Kitabı eline
almanın dayanılmaz ve tarifsiz mutluluğu yetiyor ona. Yakın bir zamanda bana “Çok
güzel bir kitap yayımlayacağım PDF’sini sana gönderdim.” dedi. “Okumanı
istiyorum.” “Tamam bakarım.” dedim savuşturacak şekilde ama baktım ki arkadaş
kararlı. Çatılmış kaşlarla karşılaşmam ile e-posta hesabıma gelen gönderinin uyarı sesinin eş zamanlı olması işin ciddiyetini anlamama yetti.
Cep telefonumdan e-postaya bakınca metnin geldiğini gördüm. Anlamak yetmiyor. Anlamak uygulamak olsaydı, Türkiye şu an bambaşka olurdu. Anladım, işin ciddiyetine inandım ama günler günleri
haftalar haftaları aylar ayları kovaladı ben o metni oku/ya/madım. Ancak kitap
aşamasına gelince okudum. (Bkz.
Erdemsizler Ülkesi ön kapağı)
Ve sonra…
“Bir kitap okudum.” diye
başlayıp “okuduğum o kitabı/o kitaba/o kitapta/o kitaptan” diye devam ederek “çok
beğendim ya da beğenmedim/hayran kaldım ya da eleştirilerim var/şunlar
anlatılıyor/çok etkilendim” biçiminde bitirmem gereken bir cümleyle giriş
yapmayı düşünüyordum bu yazıya. Öyle olamayacak çünkü kitabı ben okumadım yani
sadece ben okumadım. Bu kitabı okuduk. “Eeee ne var bunda, okumuşsunuz?”
diyebilirsiniz. Kitabı eve getirdikten sonra evin hanımının okuması
gayet normal. Şaşılacak bir şey yok bunda... Mektep medrese görmüş
mürekkep yalamış, koca insan. İşte olağan ve sıradan bölümümüz buraya kadar.
Oğlum, Okul ve Harfler
Sonrası ise 9
yaşındaki oğlumun da bu kitabı okuması. Eh, bu da bir şekilde kabul edilebilir!
Çocuk işte heves etmiş! Zaten hep büyüklerin işlerine heves ederler, kitabı almış
okumuş. Benim derdim şu: Bu Beyefendi, yaklaşık üç yıl önce okumayı öğrendi. (İlk yaptığı şeylerden biri de günlüğümü arayıp bulup okumaktı. Bunu nasıl mı anladım? Bir gün baktım hiç bilemeyeceği bir olaydan bahsetmesi yetmiyormuş gibi bana olayla ilgili soru da sordu. "Sen bunu nereden biliyorsun?" dedim ve yüzündeki alaycı gülümsemeden anladım. Genelde tersi olur ama... O günden beri günlüğe bir şey yazamıyorum.) Okumayı öğrenme süreci de bıktırıcı bir süreçti. Okulu sevmiyor. 4 ayrı anaokulundan 8-10
kez kaçtı. Ve bu işlerin hepsi topu topu 5 ay içinde oldu. En son devam ettiği
anaokulunda o öğrenim görür, ben de mutlu mesut yaşarken tam da şubat ayında “Baba,
benim okuldan kaydımı sildir!” cümlesini kurdu. Geçiştirmeye çalıştım olmadı. “Beni
okuldan al!” ya da “Ben artık okula gitmeyeceğim!” değil. “Kaydımı sildir!!!” Çocuk,
işi sağlam tutuyor. Öyle de oldu. O, ilkokula başlarken ben korkular ve travmalar
içindeydim. Okula kayıt yaptırdığımızda okul müdürü “Çocuğunuzun öğretmeni
olsun dediğiniz biri var mı?” diye sorunca “Yok.” dedim ardından düşünüp “Var
var, evet; en gevşek, en insancıl, en az ödev veren ve öğrenciyi en çok seven
hangisiyse onu tercih ederiz.” dedim. Öyle oldu öğretmenini çok seviyor oğlum.
Buna bağlı olarak da okulu eh işte! Beyefendi’nin okumayı öğrenme süreci de
heyecanlıydı. “Baba ben bunları resim sanıyordum valla, anlamları varmış.”
dediğinde harflerin çoğunu seslendiremiyordu. Kendi kendine mırıldanırken bir
gün “Baba itele yazıyor.” “Nerede? Göremiyorum?” Telaşla ve ceketimi
çekiştirerek işaret etti: “Ya dolmuşun üzerinde.” “İtele mi yazıyor?” “Evet.”
SİTELER yazıyor ama bizimki henüz “s” ve “r” seslerini bilmiyordu. Bir gün “Bıı-bell-
bello-bellon” gibi sesler çıkarırken eşim yana çekti onu “Şimdi oku!”
dedi okudu: “Bellona” (A’nın önünde direk varmış…) Şu günlerde İngilizceyle başı
hoş değil. Neymiş efendim niye İngilizce öğreniyormuşuz İngilizler Türkçe
öğrenseymiş. Derdi nedir diye düşünüp dururken kaynağı buldum. PAYİTAHT
ABDÜLHAMİT izliyor Beyefendi. İngiliz oyunlarına kafayı takmış. Teşvik etmek
için “Dost da olsalar düşman da onların bir dilini bilmek lazım.” dedim. Dedim ama demekle
olmuyor işte. Geçen sabah evde radyo açık kahvaltı yapıyoruz. Çalan şarkıdan veya
türküden haberim yok, bizimki sordu: “Baba yahşı ne demek?” “İyi demek oğlum…
Bak reçelden de ye…” Az sonra bir soru daha: “Baba olar demek?” “Olacak demek
oğlum… Sen çay içmiyor musun?” “Yok baba ben kefir içiyorum…” (Sabah sabah kefir
nedir ya? Bu cümleyi kurmadım doğal olarak…) En savunmasız hâlimde, şekerli çay
içmenin keyfindeyken konvansiyonel ötesi bir saldırı cümlesi geldi: “Baba bir dil daha bilmek gerekiyor ya ben Azerice öğrenmeye karar verdim.” Evet, tam o
anda radyoya kulak verince anladım ki Azeri yöresinden bir müzik var ve
sözlerini çözümlemiş oğlum. Gözü kesmiş Azeri dilini öğrenmeyi…
Evet, Beyefendi
geldi ve dedi ki (Zaten Erdemsizler Ülkesi kitabıyla ilgili hadisenin derinliklerini ilk fark ettiren bu cümle oldu
bana): “Baba aslında bunlar (kimlerse) artık Q, X, W gelene kadar mutluydu.
Onlar işi bozdu. Onlara mukayeseyi öğretti. Mukayese ne demek?” “Karşılaştırma
oğlum. Bunda bu var şunda yok, şunda bu var bunda yok. Bunda şu var şunda bu var
gibi.” “Tamam baba…”, “Ne tamamı oğlum?” “Doğru anlamışım…”
Kızım ve Ötesi
Neyse ilk şoku
atlattım zannederken. İş burada kalmadı henüz ilkokul bire giden kızım da
kitabı okumuş. (Bkz. Okuma yazma düzeyinin
anlaşılması için bizzat kendisi tarafından yapılmış bir resim) İlk önce basit sorularla çok da gergin olmayan süreç yaşadım. “Baba bu kitap 7. sayfadan başlıyor?!” Ben de kendimce “Eksik mi acaba?” dedim. "Ailemizin kitabını getir bakayım." Sonra izah ettim. “Bak iç sayfa boş 1, burada
yayınevi bilgileri 2, iç kapak 3, yazarın hayatı 4, ithaf yani yazar ailesine hediye
etmiş 5, arkası boş sayfa 6 ve ön söz 7…” “Tamam baba…” Tamam değilmiş ki
birkaç gün sonra “Baba harfler konuşmaya 11. sayfada başlıyor.” dedi kızım.
Zaten kendisi asla doğrudan söylemez bir şeyi. “İnsanlar da hep dondurma
yiyor.” (Dondurma istiyorum) Bugün hava güneşli sanırım herkes sokakta…”
(Gezmeye gidelim.) “Eee, bu da normal… Kızım ön söz var ve I. bölümün girişinde
açıklama var...” Kızımı kitabın eksiksiz olduğuna ikna ettim ve bu iş bitti
sanıyordum… (Hayatım çocuklar karşısında yanılgılardan ibaret…) Yanıldığımı
anlamam uzun sürmedi. “Baba ayrıca harfler çok yaramaz.” “Nasıl yani?” dedim “Herkes
kendini beğeniyor başkalarını kötülüyor.” (Yoksa kızım çok yaramaz derken 'erdemsiz' olduklarını mı söylüyor? Olamaz ya da umarım en azından öyle değildir. Yoksa ne bileyim "yaşlıyım ben" diye itirafname yazmam gerekecek.) Anladım ki kitabı kızım da okumuş.
Hem de okulda henüz bazı harfleri öğrenmemiş olmalarına rağmen. “Ama bilmediğim
harfleri de biliyorum aslında.” diyor. Gene ben -saf baba işte- “Nasıl yani?” diyorum “Biliyorum
işte tahmin ediyorum.” diyor. Her sabah okula -bugün tatil mi, acaba kar
yağdı mı vs. diye tüm ihtimalleri tükettikten sonra- mecburen giden bir çocuk
bu. Abisi de farklı değil. Kızamıyorum. (Babaları çok mu farklıydı sanki?) Çünkü
beni 40 yıl önce babam okula bıraktı ilk gün. Çok üzgündüm ben de onunla
beraber okuldan ayrılmak istedim. “Sen gelme!” dedi “Okula başladın.” Elma
verdi bir tane bana. Benim neyle kandırılacağımı çok iyi biliyordu: elma…
Sonradan buna 'kitap' da eklendi. “Ben ne zaman geleceğim?” diye sordum. “Zil
çalınca çantanı al gel.” dedi. Derste elmamı yedim. Çok eğlenceliydi ders ve okul. Öğretmen
masasından kalkmıyor; masa ülkesinde mutlu mesut oturuyordu. Öğrenciler yani
arkadaşlarım; sınıf karmaşasında yaşıyor, bağıra çağıra konuşuyor, sağa sola
koşturuyordu. Ben bu arada elmamı yedim, sağı solu seyrettim, öğretmeni
inceledim. (Çok fazla bir özelliği yoktu, üstünden su falan fışkırtmıyordu, kendi hâlinde sıradan normal bir insandı.) Zil çaldı eve geldim.
Büyülü 3-4 Gün
2. gün ve sonraki gün
de öyleydi. Mutluluktan uçuyordum ve okulu çok sevmiştim. Zaman su gibi
akıyordu. Perşembe günü zil çalınca çantayı toparladım tam çıkıyordum ki sıra
arkadaşım aynı zamanda komşumuzun oğlu Davut “Nereye?” dedi. “Eve…” dedim. Davut “Gidemezsin
paydos değil.” dedi. (Davut işte önceki yıldan ikmale kalmıştı. 1. sınıfı bizimle tekrar okuyacaktı. Davut bilmez bu işleri diye düşündüm. Bilse sınıfta kalmazdı.) İlk defa duymuştum paydos lafını ve sonradan bir daha da sev/e/medim.
Bundan sonra sever miyim bilmem. “Zil çaldı gideceğim.” dedim son bir umutla.
Davut dedi ki “Bu zil teneffüs zili dışarı çıkacağız ama bahçeye; sonra zil
çalacak içeri gireceğiz. Sonra bir zil daha çalacak ki o zilin adı öğretmen
zili o gelecek sonra ders işleyeceğiz, sonra zil çalacak çıkacağız, sonra zil
çalacak gireceğiz, sonra zil çalacak öğretmen girecek, sonra zil çalacak…”
Davut tüm zilleri gaddarca anlatıyordu ama ben Davut’u duymuyordum. Bitmiştim.
Öğrenim hayatımı Davut mahvetti. Ve kırk yıl oldu ben hâlâ Davut’a merhametle
bakamıyorum.
Sıradanlığın Tadı…
O gün bitmek bilmedi.
Ben de sıradan öğrenci oldum. Bir ağabeyin dediği gibi: “Okul veya eğitim
ilginç bir şey; öğretmen gelmez öğrenci sevinir, öğrenci gelmez öğretmen
sevinir, öğrenci ve öğretmen gelmez idareci sevinir. Bu üçü niye bir araya
gelir? İşte o eğitimdir okuldur.” Okul benim için göreceli olarak zamanın
durduğu bir yer oldu hep. Eve geldim anneme olayı anlattım. Annem “Davut yanlış
biliyor ya da bu işler sadece perşembe günü böyledir.” desin istedim. Annemin
şaşkınlığı benim olmayan umudumu da yok etti. “Aaa sen
okuldan hep ilk zilde mi geliyordun? Ben de okulun ilk haftası diye sizi erken
bırakıyorlar sanıyordum.” Babama konuyu açmadım. “Bizim çocuk deli mi nedir?”
diye şüphelenirdi adam. Oğlumu da kızımı da anlıyorum. Kızım bir ara “Okul çok sıkıcı.”
deyince “Neden?” dedim. Çünkü okul dışında ve evde zaman hızlı geçiyormuş,
okulda durmuş gibi oluyormuş. Yüreğimden vurdu kızım beni ama belli etmedim. Çocuklar bir âlem işte… İlahi çocuklar siz adamı öldürürsünüz! Babayı zaten öldürürsünüz. Hele erkek çocuk, baba ölmeden hiç adam olamaz ki...
Erdemsizler Ülkesi’nin
Yazılma Sebebi Ne Ola Ki?
Yazarımız Yusuf Çifci kitabının başlarında diyor ki: “Hayatının
bir dönemini esir olarak geçirmiş olan Platon’u, “Devlet” diyaloğunu, Eski
Yunan’dan bir dönem sonra İslam coğrafyasında yaşayan Farabi’yi, “El Medinetü-l
Fazıla” (Erdemli Şehir) adlı eserini ve diğer taraftan modern ahlakın kurucusu
olarak ifade edilen Machiavelli’yi “Hükümdar” (Prens) isimli eserini yazmaya
iten sebep ne olabilir?”
“Bana sormuş.” diyeceğim ama bize sormuş. Ailecek
düşündük taşındık. Çocuklarımın okuma sebebini de açıklıyor bu: Harflerin büyülü
dünyası. (Ya da ben öyle anladım.) Çocuklar umarım bunun için okumuş ve kitabı beğenmiştir. Daha ötesi
erdemi irdeleyen ve çok iyi temsil eden bir kitap olduğu için okumuş
olduklarını düşünmüyorum. Eyvah! Ya kitabı benden daha derin ve daha iyi
kavradılarsa? Yok canım olmaz değil mi? Değildir değil mi? Değildir değildir midir yoksa?
Erdemsizler Ülkesi
Etrafında bunca söz ettiğimiz ERDEMSİZLER ÜLKESİ; dipdiri, gencecik ve güçlü bir metin… Biraz ORWELL’ın Hayvan Çiftliği tadında biraz da FARABİ’nin
El-Medinetül Fazıla...
Harfler, düşler, aptalca erdemsizlikler içindeki topluluğu tek uyaran ve erdemi hatırlatıp erdeme çağıran M’ye
yaptığı vurgu ile hikmetli bir metin...
Dinlenilmesi ve uyulması gereken erdeme ve anlama çağrı…
Anladığım şu: Erdem yan yana olmaktır, erdem
anlamdadır.