NEZİHE MUHİTTİN...
29 Aralık 2018 Cumartesi
1 Kasım 2018 Perşembe
NEDENSİZ VE NETİCESİZ YAZMAK
NİÇİN YAZIYORUM?
Niçin yazıyorum? Bu sorunun cevabı, en az söz konusu soru
kadar kadar basit. Niçin okuyorsam onun için yazıyorum. İnsan için yazmak bir
ihtiyaç. Hele bu kişi mektep ve medrese görmüş, mürekkep yalamış biriyse zaten
okuma yazması olmalı. Yani insanlar otobüsün nereye gittiğini nasıl okuyorsa,
tren bileti alınca koltuk numarasını, hareket saatini neden okuyorsa ben de
onun için yazıyorum. Tüm okuma yazma bilenlerin yaptığını yapıyorum. Cep
telefondan kısa mesaj yazmak gibi, e-posta yazmak veya bir alışveriş formunu
doldurmak gibi bir şey yazmak benim için. Hayatın içinde gayet doğal bir
hadise. Sanırım -yok ya kesinlikle öyle- okuma yazmayı öğrendiğimden beri ben
de herkes gibi -sizin gibi- okuyor yazıyorum.
İlkokul dönemi yazı deneyimlerim incitici olduğu için henüz
onlarla yüzleşmeye hazır değilim. O nedenle önce lise sonra ortaokul dönemi
birkaç yazma deneyimimi anlatmak isterim. -Eyvah eyvah! Sıra ilkokula da
gelecek gibi, tedirginim bildiğiniz tedirgin- Lise 1 öğrencisiyken iddialı ve
kendinden emin Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenim Ayla Hanım -hayattaysa sağlık
ve mutluluk, öldüyse nur ve huzur dilerim- daha ilk dersinde tahtaya Yunus
Emre’nin alıntıladığım şiirini yazıp bunun üzerine bir kompozisyon yazın
demişti. O zamanlar cep telefonu olmadığı için -yokluk zamanlarıydı: cep
telefonu yok, tablet yok, internet yok- gariban Hocamız biz kompozisyon
yazarken cep telefonu ile oynayamadı -örgüyü de kendine yakıştıramıyordu diye
düşünüyorum- ama çantasıyla oyalandı durdu. Türkçe dersinden Türk Dili ve
Edebiyatı dersine geçmenin verdiği adölesan acemiliği ve erken mutluluk ile
Türkçe dersinde ortaokul boyunca İlköğretim Haftası, Yerli Malı Haftası gibi
konuları -bu konuların resim dersinde resimlerini yapar müzik dersinde de
şarkılarını söylerdik, bu durum bütünleşik eğitim modeliydi sanırım- yazmaktan
bıkmış biri olarak çok heyecanlanmıştım. Kompozisyonumu yazdım. Kompozisyonum
104 kitaptan -100'ü suhuf 4'ü büyük kitap malumunuz- biri olan İncil’den bir
bölüm ile “Önce söz vardı… Söz Tanrı katındaydı… Ve söz Tanrı’ydı.” diye
başlayıp sözün kutsallığını ve insanların dünyasına inişini, bu kutsallığın insanların
dünyasında nasıl aşama aşama değerini yitirdiğini anlatarak devam ediyordu.
Kompozisyonum “Söz; İsa kelimetullah’tı, Allah’ın elçisi ve mesajıydı ama sözü
anlamayan insanlar sözü ve elçiyi mahkûm edip çarmıha germeye kalktılar.”
biçiminde bitiyordu. Sonraki ders, sıra kompozisyonları okumaya gelince
gönüllüler -efendim bu intihar timi içinde ben de vardım- yazdıklarını okudu.
Arkadaşların kompozisyonları beklendiği gibi atasözü yorumu tarzında sözün
değeri, tatlı söz, doğru sözlülük etrafında şekillenmişti. Sıra bana geldi ve
yazdıklarımı okudum. Okumam bitince Ayla Hoca’nın yüzüne baktığımda beklediğim
aferini alamayacağımı -ergen ve zeki çocuk olarak- anlamam zor olmadı. Hocanın
yüzü kıpkırmızıydı ve gözleri de öfkeli olduğunu fazlasıyla gösteriyordu.
“Eyvah, konu fazla dinî oldu galiba!” dedim içimden. O zamanlar Türk Dili ve
Edebiyatı öğretmenlerinin önemli bir bölümünde -ekseriyetinde mi deseydim- dine
ve dine ait olana alerjik reaksiyonlar vardı. Hayır dert o değilmiş. Tam “Çok
şükür Ya Rabbim, Hocam alerjik değilmiş!” diyecekken külyutmaz Hocam çok sert
bir şekilde: “Bunu sen yazmadın!” dedi. “Yoo Hocam, ben yazdım.” deyince
kadıncağız artık kırmızılıktan mora geçen yüzüyle “Hayır, bunu sen yazmış
olamazsın!” dedi. “Neden Hocam, işte defterimde!” deme gafletinde bulundum.
(Düşüncesiz ergen işte n'olcak!) Kadıncağız bunu kendine ayrı bir hakaret
saydı. Bu yüzden 1.dönem boyunca sözlü ve yazılılarım 5-6 bandında dolandı.
Sözlüyü anlıyorum da yazılıyı nasıl bu puana ayarladı -o bilimsel problemi ve çözüm
yollarını, üst düzey ölçme değerlendirme tekniklerini- hâlâ anlamış değilim.
Herhalde puanlarımı eksik vermemiştir. Kalbimden ve zihnimden geçse de
kovalıyorum o zanları. Çağcıl bir Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeninin yanlı
davranacak kadar öfkeli olabileceğine olasılık vermiyorum. Yine de Hocam
-madem kendince haklıydı, alacağı olsun- keşke bir buçuk sayfalık düzyazıyı
ezberleme yeteneğimden dolayı bari 8 verseydi. Aslında 7'ye razıydım teşekkür
alırdım o dönem.
Hocama şunu da anlatamazdım: Ortaokul 1. Sınıf öğrencisiyken tayini çıkan öğretmenimiz yerine 2.dönem Güzel Konuşma Yazma dersimize gelen Muhsin Hoca’nın -sağdır kendisi uzun ve sağlıklı ömürler diler ellerinden öperim- kompozisyon için serbest konu verince benim “Türkiye’nin komşu devletlerle ilişkilerini” seçtiğimi Muhsin Hoca’nın bana “Oğlum ben dersine girdiğim sürece tüm notların 10. Aha da ilkini not defterine yazıyorum!" dediğini ve notumun hep o olduğunu. Allah, Ayla Hocama acıdı ki benim kompozisyonlarıma maruz kalmaktan onu kurtardı. Hocam hamileliği nedeniyle -bana öfkesi hamile depresyonu olabilir miydi ki belki de uzağı göremiyordu miyop da olabilir- izne ayrıldı. Yerine gelen ismini hatırlamadığım Hocamız ise -Allah razı olsun ondan da- “Ülkemizin kalkınması için neler yapmalıyız?” gibi kışkırtıcı bir kompozisyon konusu verince herkes maddi kalkınmayı, sanayileşmeyi vs. anlatırken bir türlü akıllanmayan ben insani kalkınmaya ve bunun eğitimle olacağına dair yazdım ve derste okuyunca -mutlu tesadüf işte- edebiyatı da kurtardım. (Hocam da Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin şanını kurtardı.) Nihayet kompozisyonun iyisinden anlayan bir Hocamız olmuştu. Tabi bu mutlu günler yıllarca sürmedi. Üniversite dönemim başladı ben yazmayı unuttum.
Başta “Neden yazıyorum?” demiş ve cevaplamıştım. Sonda ise
“Neden bu yazıyı yazdım?" diye sorayım. Blog yazılarım başladığında
iki güçlü tepki aldım. Biri tebrik diğeri tenkit olmak üzere… Tebrik ve
teşekkür eden arkadaşım “Çok güzel tadımlık yazılar, çeşni ve güzellik hissi
uyandırıyor.” dedi ve ekledi “Ülke kurtarmaya kalkmadığın için teşekkür
ederim.” Sert eleştiriler, büyük fikirler… O kadar iddialı olmaktan korkarım
doğrusu. Bunu yapanlar zaten var. Benim için moral oldu arkadaşın söyledikleri.
Tepkisini ortaya koyan diğer arkadaş ise Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni.
(Yine mi?) Özetle söylediği şu: “Yazılarında çok şey söylemeyi istemişsin, hâl
böyle olunca da bir şeye odaklanıp ona dair fikir edinmek, o şeyi hayret ve
sevinçle incelemek şansını kaybediyoruz.” “Eyvah!” dedim “Öğretmenim zayıf not
verdi bana.” Biraz düşününce anladığım ise şu oldu: Meslektaşım, yazıları
okuyup çok şey anlamaya çalışmış hiçbir şey anlayamayınca da incelemesi hayret
ve sevinçle sonuçlanmamış. Çok zorlamış kendini. Etimolojik incelemelerden
başlayıp semantik boyutlara doğru genişleyen analitikler, bilimsel bir
araştırmaların sonuç raporları ya da felsefi bir problematiğin kapsamlı bir
tasviri gibi şeyler yok yazdıklarımda. Olmayacak gibi de görünüyor.
Hissediyorum ben bunu. Yine de umarım tek izleğe odaklanmış bu yazım hayret ve
sevinç artıcı bir teselli armağanı olarak hepimiz için bir köşede durur.
Bireysel ve kitlesel kurtuluş vaadi, bilimsel ve teknolojik
ilerleme, para piyasalarında sörf yapma veya ruhun gelişimi konularında
da iddialı değilim. Hukuki bir ictihadda bulunma veya ilmihal yazma daha da
ilginci bir eğitim bilimi teorisyenliği yapma derdim de yok. Zaten yeri de
burası değil. Neresi onu da bilmiyorum. Başka ne yazsam ki? Bu arada anılarımı
yazdım ama yayımlamıyorum. Bu yaşta anı yayımlamak yakışmaz. (Bunun iyi tarafı
şu kendimi henüz genç hissediyorum kötü tarafı şu yayımlamadan emrihak vaki
olursa anılarımı yayımlasınlar veya sakın ha sakın yayımlamasınlar diye
vasiyetimin ne olacağına dair kararsızlık yaşıyorum. En iyisi yazı tura
atsınlar yazı gelirse yayımlasınlar tura gelirse yayımlamasınlar para dik
gelirse yarısını yayımlasın yarısını yayımlamasınlar.)
Ennetice okuyorum, izlenim kazanıyorum, çağrışımlarla keyif alıyorum aynı tadı paylaşmak isteyenlerle bunları paylaşmak istiyorum.
19 Ekim 2018 Cuma
BİR ŞEHRİ YAŞAMAK - II
“Amasya'nın elması
Elmaların en hası
Sen dururken neyleyim
Pırlantayı elması”
Elmaların en hası
Sen dururken neyleyim
Pırlantayı elması”
Dizelerinde dile gelen has elma da kalmadı has âşık da… Elma başka insan da başka… Sevgilisi için pırlantayı elması elinin tersiyle itecek kaç âşık kaldı ki? Artık Amasya’nın sembolü elma değildir. Yazar bu konuda şunları söylüyor: “Artık sığırımız Montofon veya Holstein; tavuğumuz Leghorn veya Newhempsire; domatesimiz Lucy veya Fantastic… Elmamız da Golden Delişiyöz veya Starking olmalıydı. Oldu da…” (s. 59)
Amasya denince akla elma gelmiyor artık. O günler geçmişte kaldı; türkülerde manilerde kaldı. Amasya denince akla semaver geliyor: “Kim ne söylerse söylesin, günümüzde Amasya denilince, akla elmadan önce semaver gelir… Amasyalı yemeğe çayla başlar, iftarını çayla açar. Semaver, sininin yanına yerleştirilen özel tahtında fokurdar durur. Sofradaki yemek çorbaymış, dolmaymış, yoğurtlu mantıymış, çeşit önemli değil. İllâ çay, illâki çay… Çay, yemekle beraberse açık içilir. Porselen demlikten alınan ilk demin adı ‘burun’dur. Sofra kalabalıksa, demliğe su çekilir. Buna ‘süzme’ denir. Sofra toplanır toplanmaz da, külhana kömür atılıp üstüne yedek demlik yerleştirilir.”(s. 64-65)
Amasya’da Gün Akşam
Bunca güzellemeye bunca söze ve hayranlığa karşı aklınıza Amasya’nın doğal olarak cennet gibi bir yer olduğu gelmesin, hayalinizde böyle bir yer canlanmasın. Çünkü Amasya hiç de öyle bir yer değil. Yazar da bunu çok net açıklıyor: “Amasya’da güneşin tepeyi dönüp de yalıboyunu aydınlatması sabahı iki saat sonraya; şehri vakitsiz terk etmesi de akşamı, bir o kadar geriye çeker. (s. 75) “Selağzında durup herhangi bir yöne doğru daire çizerek dönerseniz, etrafınızın dağlarla çevrili olduğunu fark edip bir tür hayal kırıklığına uğrarsınız. Bu şehir Amasya’dır ve insan daha ilk bakışta kendini, işlediği bir suçun cezasını çekmek için konulduğu hapishanenin aşılmaz duvarlarla çevrili avlusunda hisseder.” (s. 125) Amasya’yı Amasya yapan başka şeylerdir. Meseala tarih, mesela efsaneler, mesela gelenekler…
Şehrin birbirinden ayrı yüzlerce hâli vardır. Yazar bunu şöyle anlatıyor: “Şehirler kırık aynalara benzer. Gölgeler hangi parçasına düşerse orada görünürsünüz. Günü bir kahvede, bir parkta, bir cami avlusunda veya evinizin balkonunda geçirmek zorunda kalan bir ‘insan eskisi’ değilseniz, hayat şartları sürekli koşturmayı emrettiğinden, değişik kırıklar arasında çabucak geçmeniz gerekebilir.” (s. 99)
Amasya sevdalısı yazarın Sivaslı oluşundan dolayı Amasyalılığı sorgulandığında bir şehirde doğmanın oralı olmak için yetmediğini, bunun ispatının şehri yaşamak olduğunu söyleyen yazar bu konuda şöyle hitap ediyor okuyucuya “Şehirde yaşamak ayrı, ‘şehri yaşamak’ ayrıdır. İkincisi, biraz olsun, şehirle bütünleşmek demektir.” (s. 99) Yaşarken böyle diyen yazar, ölümünden sonra da mezarı ile boğazlarımıza düğüm atan sessiz ve güçlü bir mesaj vermektedir. Amasyalı olduğunun tartışılmaz ve kesin ispatı gibi bir abideye dönüşen mezarı ile ruhumuza bir Amasya çentiği atan Özkan Yalçın’a Allah’tan rahmet diliyor ve sizleri Yedinci Şehir’i okumaya davet ediyoruz.
BİR ŞEHRİ YAŞAMAK - I
AMASYA’YI YAZMAK
İnsanoğlunun başka varlıklardan
ayrılan kurmak/inşa etmek gibi bir özelliği var. Bu kurma eylemi, somut olarak
maddi bir şeyler kurmak olduğu gibi soyut olarak manevi şeyler kurmak da
olabiliyor. Yeri geliyor inşa edilen şey, bir mimari eylem ile maddi olarak
gözümüzün önünde ‘bir bina’; yeri geliyor bir söz kanalıyla ruhumuzun içinde ‘bir
şiir’ oluyor. İnsanoğlu şehri kuruyor; evleri, ev içlerini, avluları,
sokakları, caddeleri, meydanları kuruyor; bu işleri yaparken bir tarih de
kuruyor. Şehre verilen isimle başlayan manevi inşa eylemi, maddi inşa ile birlikte
yürüyerek sokaklara caddelere verilen isimlerle devam ediyor.
Kurulan şehirlerde verilen
isimlerle kalmıyor insanoğlu; şehrin dağına, taşına, ırmağına kısacası her
şeyine anlam ve hatıra yüklüyor. Yaşanan olaylarla kurgulanan efsane ve
masallarla zenginleşerek devam ediyor kurma işi. Sembol isimler, zirve olaylar,
anlatılar, masallar, türküler, efsaneler dolup dolup taşıyor tarih boyunca
şehrin her yerinden. Zamanla şehirle ilgili dev bir hafıza oluşuyor. İşte
Amasya, bu kurma eyleminin en güzel örneklerinden biri. Amasya deyince işte
dağı delen Ferhat, işte sevgilisi güzeller güzeli Şirin. İşte Yeşilırmak, işte
Çakallar…
Yedinci Şehir
Tüm bunlara söylememize neden
olan şey elimizdeki kitaptır. Yedinci Şehir ismini taşıyor bu kitap. Yedinci
Şehir, bir Amasya ve Amasyalılık kitabı. Kitabın girişinde ise şöyle bir söz
var: “Ve, Amasya o şehirdir ki orda,
doğmak kadar ölmek de saadettir.”
Kitapta Amasya’yı belgeleyen
suluboya çalışması resimler de var. Bu suluboya resimler ile kitap daha bir
güzelleşmiş. Resimler Mehmet Tektaş’a ait. Kitabın başında şöyle bir de ithaf
yazısı yer alıyor: “Bu kitabı, burada
başlattığı ömrünü başka kentlere taşıyıp götürenlerle; gönlünden bir o kadarını
burada bırakıp giden başka şehirlilere ithaf ediyorum.”
Neden Yedinci?
Sultanlar fidanlığı olan bir şehzadeler
kenti Amasya. O şehzadelerin eğitiminin çekirdek yeri. Osmanlı İmparatorluğun
numune bir eğitim alanı. Şehzadelerin staj yaptığı bir şehir. Yazar bunu şöyle
ifade ediyor: “Tut elinden en sevgili
şehzadeni gönder Amasya’ya. Kavak çayırından Filingir Bağlarına tay koştursun.
O has oğul ki, yarın bir Arap çöllerinde bulacaktır kendini, bir Viyana
kapılarında…” (s. 17)
Yazar, Yedinci Şehir’in nasıl bir
kitap olduğunu şöyle anlatıyor: “Yedinci
Şehir, bir beldenin tarihi olamaz, hele coğrafyası hiç değildir… Yedinci Şehir,
son dört bin yılı net olarak hatırlanan bir yerleşim birimiyle, o beldeye hayat
emziren ve dünyanın kurulduğu günden beri hep bunu yapmaya çalışan bir ırmağın
hikâyesidir. Yedinci Şehir öncelikle bir denemedir.” (s.13) Amasyalı olmayan
birinin Amasya üzerine yazması ancak Amasya sevgisi hatta aşkı ile
açıklanabilir. Bu şehir üzerine yazmak her anlamda cesarettir. Yazar da haddini
bildiğini söylüyor; yazma şekil ve amacını da açıklıyor: “Yedinci Şehir, -daha siyah puntolarla belirtelim ki- bir yedinci
şehirdir ve ilk altı şehre yeni bir halka eklemek gayesini gütmez. Beş Şehir
gibi bir temel eserle, ‘Altıncı Şehir’ yazarının kıvrak kalemi yanında, bizim
yaptığımız cüretkârlık bile sayılabilir.” (s.14)
Elimizdeki kitap, Amasya’ya
Yedinci Şehir damgasını vuran bir kitaptır. Bir ‘şehirde yaşamak’ başka, bir
‘şehri bilmek’ başka, ‘şehri yaşamak’ daha başkadır. Bir şehirde yaşamak, o
şehrin içinde bilinçli veya bilinçsiz bulunmakla ilgili bir şeydir. Bir şehri
bilmek ise o şehrin adını cadde ve sokaklarını bilmekten öte bir şeydir. O
şehrin o anki hâli kadar geçmişini acılarını sevinçlerini bilmekle ilgilidir.
Şehri bilmek şehrin hafızasına girmek o hafızasını bilmektir. Bir şehri yaşamak
ise bunların hepsiyle beraber ve bunların hepsinden daha öte bir şey. Şehri
yaşamak, artık şehrin sembollerini çözmek ve şehirle bütünleşmekle ilgili bir
durumdur. Bunun bir şehirde doğmakla hiç ilgisi yok. Şehri yaşamak için şehri
bilmek ve anlamak gerekiyor. O şehri sevmek gerekiyor. Tüm bu şartlardan sonra şehri
yaşamaktan söz edilebilir. Şehri yaşayanın ise ölümü de orada olur, mezarı da. Bir
‘şehri Amasya’yı yaşamayı’ hayatı ve ölümü ile ispatlamış, mezarı ile de
şehirle bütünleşmiş bir yazarın kitabı Yedinci Şehir. Bu yönüyle de çok
kıymetli.
Yedinci Şehir, Amasyalı olmayan
birinin yazdığı Amasya sevgisi kitabıdır. Amasyalılar da yazarın Amasya
sevgisini garipsediklerini vurgulamak adına yazara takılmadan durmamış. Yazar
cevabında sitemlidir: “Amasya’da göreve
başladığım günlerde, kendinin ağabey makamında gören bir cedit dost, bir köşeye
çekerek, kulağıma “Amasya, Amasyalılarındır kardeşim, ne yapsan nafile…” diye
fısıldamıştı. Olamazdı bu. Bana göre, Amasyalı olmak burada doğmak değildi. İnsanlar,
ebeveynleri ile dünyayı görecekleri mekânları seçme hakkına sahip değildiler
ama en azından gömülecekleri yeri beğenebilme hakları vardı… Ben geldiğim
günden bu yana, kendimi Amasya’nın manevi bir evladı olarak kabul ettim ve hep
öyle kaldım…” (s.14)
Özkan Yalçın’ın bu siteminden içinde
bir ukde olduğunu anlıyoruz. Özkan
Yalçın; bir Amasyalı olmayı, Amasyalı sayılmayı, Amasya dostu olmayı yeterli
görmüyor kendine ve tam bir Amasyalı olmanın -aynı zamanda herhangi bir şehirli
olmanın- formülünü de açıklıyor: Bir
şehirli olmak orada doğmak değil orada ölmektir ve mezarının orada olmasıdır.
Özkan Yalçın hayatı ve ölümü ile de kendi formülünü ispatlıyor. İnsan sormadan
edemiyor, Amasya adına böyle bir kitap yazabilecek kaç Amasyalı vardır ki?
Amasya’da doğmak böyle bir çalışma yapmak için hiç de yeterli olmuyor; Amasya
adına böyle bir iz bırakmaya, hele tarihe çentik atmaya yetmiyor. Böyle bir şey
için Amasya’ya âşık olmak gerekiyor, dev bir birikim ve yetenek gerekiyor.
Kısacası Amasya’yı yaşamak gerekiyor.
ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - IV
ŞEHRİN
İÇİNDE OLMAK
Her birimiz zorunlu
olarak bir şehrin içinde yer alıyoruz. Şehrin içinde olmadan yaşayamıyoruz. Hem
toplumsallık eğilimimizin hem de medeniyetin zorlaması ve gereği bu. Şehrin
içindeyiz fakat “Şehrin içinde olmak” ne anlama geliyor? “Nerelisin?” sorusuna
“falan şehirliyim” cevabını takip eden “Neresinden?” sorusunun cevabı
olabilecek “İçindenim” demek mi şehrin içinde olmak?
Şehrin içinde olmak,
belki de şehrin herhangi bir yerinde olmaktır. Belki de vilayete veya resmî
binalara yakın bir yerlerde oturmaktır. Öyleyse şehrin varoşlarındakiler şehrin
ne kadar içinde? Daha mı dışında veya daha mı az içinde? Şehrin içinde olmak,
şehrin iç taraflarında bir yerlerde sokak lambası ya da ilan panosu olmak değil
herhalde. Öyle ya da böyle, her hâlükarda şehrin içindeyiz ve şehrin
parçasıyız. Şehrin parçası olarak şehir için ne anlam ifade ediyoruz? Ha bir
eksik ha bir fazla, varlığı fazlaca anlam ifade etmeyen
ve bunun da farkında olmayan basit birer malzeme miyiz yoksa?
Şehrin içinde olmak
belki de şehirdekileri tanımak ve onlarla ilişkili olmaktır. Şehirdekiler
kimlerdir? Yani kim bu şehrin sakinleri? Ne iş yaparlar? Şehrin sakinleri
aslında gündüzleri hareketli, geceleri sakindirler. Şehir sakinlerinin bir
kısmı ise geceleri tempolu ve hareketli, gündüzleri sakindirler. Bazıları ise
hep sakindirler: hastalar, ölüler, bir de tembeller. Bu kadarını herkes
biliyor. Ya diğerleri? Bilmeden, fark etmeden yaşadığımız şehrin çok yüzü
olduğu gibi çok değişik sakinleri de var: Sokakta yatıp kalkanları, köprü altı
konukları, içmek için izmarit toplayan 10 yaş ortalamasında kız çocukları,
komşusu açken şehir şehir sefalet içinde kıvranırken tok yatanları. Şehrin
içinde olmak belki de onların dertlerine ortak olmaktır. Hiç olmazsa onları
bilmek ve acılarını yüreğinde hissetmektedir.
Şehrin içinde olmak
belki bunların hepsi, belki de hiçbiri. Aslında şehrin içinde olmak, şehri
tanımak ve şehrin ruhunu algılamaktır. İçindelik şehrin mantığını kavramak,
işleyişinin özünü hissetmektir. Şehri tanımak, kendini bilmektir. Kendini bilip
şehrin içindeki yerini anlamaktır. Şehrin içinde olmak, şehrin bilgisine sahip
olmaktır. Şehri anlamak için kendini anlamak; kendini anlamak için şehri
anlamak gerekiyor. Paralel yürüyen şehrin ve insanın bilgisiyle ulaşılan
toplumsal bilinçtir, şehrin içinde olmak. Sonrası ise aydınlık ve kurtuluş
yolunu görmek ve işaret etmektir.
Şehrin içindeliğini
fark etmeyen için hangi şehirde olduğu da anlam ifade etmez. Çünkü şehrin
içinde olmak hayatın içinde olmaktır. Kullanılmamış bir beyin ve yürek sahibi
olmanın korkunçluğunu fark edemeyen insan, elbette, şehri anlayamayacak hep
eğreti bir varlık olarak, bir yük olarak yer alacaktır, şehirde ve hayatta. Şehrin
içinde olmak doğal mecburiyetimiz. Şehrin içindeliğimizi fark etmek ise var
oluş misyonumuzun mecburiyeti.
ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - III
ŞEHRİ
DÜŞÜNMEK
Şehri düşünüp, şehri konuşuyoruz.
Çoğu sohbet ve yazılarımızın konusunu şehir oluşturuyor. Şehir üzerine geliştirilen
ya da yoğunlaşılan bunca düşüncenin sebebi nedir? Bu soruya farklı cevaplar
vermemiz mümkün.
Eskilerden beri şehir, düşünce
adamlarının düşünce nesnesi olmuş. Sanat adamlarının eserlerinde ise bir konu
ve malzeme… Somut işleri olan sanat adamları; mimarlar, oymacılar,
mobilyacılar, peyzajla uğraşanlar şehri güzelleştirmek için uğraşmışlar. Soyut
meselelerle uğraşan sanatçı ve bilginler de öyle. Mimar Sinan, Selimiye’yi,
Süleymaniye’yi ve diğer eserlerini inşa ederken bunu düşünmüş. Farabi Medine-i
Fazıla’yı yazarken “Erdemli Şehri” düşünmüş. İbn-i Haldun şehir ve şehirliler
konusunda medenililik ve bedevililik bahislerine girmiş, sosyolojik incelemeler
ve düşünceler üretmiş. Öyleyse, şehir üzerine düşünmek gibi bir gelenek var
ortada ve o geleneğin devamı olarak şehri düşünüyoruz.
Şehir, medine, site veya kent
üzerine düşünmemiz modernleşememiş, feodal dönemde kalmış, imparatorluklar
çağını yaşayan bir hâlin eseri de olabilir. Mekân olarak aynı mekân, dünya aynı
dünya ama zaman, modern zaman. Belki şehri böyle boyutlu düşünmek anakronik bir vak’a olarak çıkıyor karşımıza.
Belki de nostalji. Çünkü zaman modern ulus-devlet zamanıyken, mekân
ulus-devletin üzerinde konumsallaştığı bir coğrafya, belli bir toprak yani dikenli
tellerle pasaportlarla çevrili bir toprak parçası iken şehri düşünmek bir tür
gerilik alameti olabilir. Tam tersine, bazı yerlerde çok sağlam olmasına rağmen
prototiplerine baktığımızda gördüğümüz, modern-ulus devletin değişimiyle
küçülen yönetim gücü ve katı sınırlarla belirlenmiş toprak anlayışına karşı bir
düşünce olarak, ileri bir aşama veya postmodern bir durum da olabilir. Her şeye
rağmen şehri düşünmek moderne bir isyan gibi duruyor. Çünkü şehir, sınırları
tel örgülerle belirlenmiş toprak anlayışlarına karşı duruyor. Şehirler, tel
örgülerle birbirinden ayrılamayacak ve etkileri vizelerle sınırlandırılamayacak
kadar kardeştirler. Semerkant, İsfahan, İstanbul, Bursa, Saraybosna, Belgrad
veya Viyana akrabadır birbirine.
Yenilmiş medeniyetin çocukları
olarak yeniden diriltmemiz gereken tarihi sorumluluklarımız bize şehri ve
şehirlerimiz düşünme görevi de veriyor. Çünkü mirasını devraldığımız değerler
bir şehirde hayat bulmuş, şehirli insanlara hitap etmiş, şehirde kurumlaşmış;
önce adam gibi bir şehir medine, sonra medeniyet olmuştur. Buna dayanarak
diyebiliriz ki:
Şehri düşünmek, yapay bir kavramlara
ve onlarla düşünen insanlara ve onların yönetimi olan sınırlarla belirlenmiş
daracık geniş olsa bile bunaltıcı yerleşimlerine karşı, bir güzel site ve şehirlerin birliği arayışıdır.
14 Ekim 2018 Pazar
ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - II
ŞEHRİ DIŞINDAN GÖRMEK
Bir şehri anlamanın yolu, onu
içinden ve dışından görüp tanımak olmalı. Öyleyken hep içindeyiz şehrin.
Hayatın ve şehrin akışı içinde kaybolup gitmişiz. İçindeliğimiz, şehri tanımak
anlamına gelmez. Hücrelerin, organizmanın bütününü kavrayamaması gibi bir şey
bu. Şehrin dışındalığımız, şehri tanımak için bir fırsat olabilir belki. Fakat
şehirden de ayrılmıyoruz. Kısa süreli çıkışlarımız da mecburen. İş icabı. Bu mecburi
çıkışlarımız bir an önce tekrar şehre dönmek için. Özellikle hafta sonlarına
denk düşen kimi çıkışlarımız da bir âlem. Şehri de götürüyoruz, beraberimizde: Meşrubat
şişeleri, naylon poşetler, plastik kaplar, hazır yiyecekler. Hafta sonları,
şehrin dışında yüzüyle ve ruhuyla şehrin misyoneri gibiyiz. Kendimizi
kaybetmişiz şehirde.
İçinden anlamadığımız şehri dışından anlamak için elimizden geleni yapıyoruz ve kaybediyoruz. Aslında, bir an için “şehri dışından görmek” şehri anlamanın fırsatıdır. Bu nasıl bir şeydir? Kum tepelerinin ardından seherde veya akşam vaktinde bir şehri görmektir. Şehrin siluetini, ovada veya vadideyse bir tepeden ya da tepede veya bir dağın eteğindeyse ovadan seçmenin verdiği o garip duygudur. Zamanın çarmıhında gerili olarak, kadim medeniyetlerin yıkımını izlemek gibi bir şeydir. Uzaktan piramitleri ya da Newyork gökdelenlerini seyretmek, Bin Bir Gece diyarını görmek gibidir. Dün ve bugünün o karışık tadı. Bu havayla şehir, en iyi dışından anlaşılır aslında. Çünkü bilincin uyandırılışıdır bu ve belki de Mekke ve Hira’dan görünüşü.
Doğuştan şehrin dışında olanlar veya şehri terk edenler şehri dışından görebiliyor mu? İçindekilerden pek farkları yok onların da. Bir hatanın iki yüzü gibiler. Şehrin dışındakilerin kimi kaçmış şehirden. Yani kendilerinden. İnkâr etmişler, toplumsallıklarını. Ruhlarının meylini kırmışlar. Ruhunun meylini kırandan şehri anlaması beklenir mi? Şehrin dışında doğup yaşayanlar ise zaten şehir dışı olanlar. Onlarsa şehrin sempatizanları, şehrin potansiyel insan depoları. Bir biçimde de şehri besleyen damarların kanları. Dağdan şehre dökülen insan nehirleri. Onlar, çok geçmeden erozyonla topraklarından kopup şehre gelmek zorunda kalanlar. Bilinçsiz gelişleriyle, şehri şehir olmaktan çıkaranlar. Geldiklerinde şehri anlamak gibi bir lüksleri hiç olmayacak, çünkü onlar mekân olarak en merkeze bile gelseler şehrin kenar konukları. Onların, şehri içten de dıştan da anlamaları çok zor. Kendilerini şehre taşıyan fiziksel ve ruhsal erozyona direnmeye çalışacaklar hep ve kimi zaman şehre duydukları sempatiye lanetler ederek kimi zamanda komplekslerini meziyet sanarak.
Kim anlayacak şehri? Şehri dışarıdan gören. Yoksa şehir mekanikliği içinde basit bir parça durumuna düşürmüştür insanı. İnorganik bir madde. İnsan dediklerimiz şehrin kaldırımlarından, parke taşından farksız varlıklar çoğu zaman. Kendini anlayamayanın şehri anlaması mümkün mü? Organikliğin ispatı, canlılığın şuuruyla olabilir ancak. Şehri tanımayanın kendisini bilmesi, özünü ve kendini bulması, şehrin ruhunu arayıp bulmakla koşuttur. Bu keşiften sonra ancak, şehre tekrar katılıp şehri dönüştürmek mümkündür.
İnsanın şehri, dışından
görmesi, kendini dışarıdan görmesi kadar zor. Ancak, kendini aramaya başlayan,
anlamını sezip kavrayan insan; şehri dışından görebilir. Bir de şehri, epey
dışından çok uzaktan, mesela aydan görmek de vardı, onu da düşünüp yazmıştık.
13 Ekim 2018 Cumartesi
UNUTMANIN "SU"LARI - IVAN ILLICH
H2O VE UNUTMANIN SULARI
Çevremizdekileri düşünmeye ve değerlendirmeye başlayınca,
bize en çok gereken şeyleri ne olduğunun da adını koyarız. Aslında bunları
biliriz; ama zaten elimizin altında olduğu için değerini takdir etmeyiz. Onları
kaybedene kadar da bu tavrımız devam eder. Balıkların suda yaşayıp da suyun ne
olduğunu birbirine sormalarındaki gafillik değil kastımız. Suda yaşamayı ve
suyun kıymetini bilmek ve nimetin hakkını vermektir kastettiğimiz. Bu nimet ne
mi? En başta üç şey: Hava, su, ekmek…
Su üzerine düşünmek nedense pek aklımıza gelmez. Su
üzerine düşünceler içeren kitap, bu noktada ilginç ve oldukça cazip. Hele ismi
suyun kodları kimyasal kodları olan H2O adını taşıyorsa tam
anlamıyla kışkırtıcı. Bu nedenle H2O’yu elinize aldığınızda kitabı
inanılmaz bulup evirip çeviriyorsunuz.
Su işte… Hem çok basit hem çok yalın hem de çok önemli ve
derin… “Evet” diyorsunuz “su işte” ama sonra ekliyorsunuz: “Bu konu düşünülmeye
konuşulmaya yazılmaya ve okunmaya değer bir konu. Çünkü konu: su…” Arka kapak
yazısını okuyunca da kitabın cazibesi bir mecburiyete dönüyor: “Kenti çevreleyen su borularında dolaşan,
kimyasal yapısı H2O olan, işlevsel olarak suya benzeyen o sıvının;
insanın tarih boyunca su olarak bildiği, yaratılışın ikinci gününde ikiye
ayrılan, vaftiz eder ve abdest alırken ruhu arıtan, antik felsefede tözlerden
biri olan, pınarlardan çağlayan, ırmaklardan akan; yani temizleyen ve arıtan o
şey ile aynı olduğundan emin misiniz?” Bu noktadan sonra dönüş yok bu
kitabı okuyacaksınız. Okunmaz geçilemez bu kitap artık anlıyor ve kabul ediyorsunuz.
Kaderinize razı olup Ivan Illich’in kitabını okumaya başlıyorsunuz.
Ivan
Illich Kimdir?
Ivan Illıch, yirminci yüzyılın en çok tartışma yaratan
düşünürlerinden biriydi. Modern hayatın kökenlerine ve temel dayanaklarına
yönelik radikal eleştiriler getiren Ivan Illıch, çevreci hareketleri ve
yeşilleri de derinden etkilemiştir. Illıch, Endüstriyalizmi, tüketim toplumunu,
hızı, enerji kullanım biçimlerini kurumsallaşmanın yıkıcı sonuçlarını, kısaca
modern Batı uygarlığının tartışılmayan kabullerini kıyasıya eleştirmiştir.
Eserleri
ve Faaliyetleri
Illıch, 1970’lerin ilk yarısında birbiri ardınca
yayımlanan kitaplarıyla modern toplumu kuşatan endüstriyel kurumların radikal
eleştirilerini yapmıştır. Okulsuz Toplum, Şenlikli Toplum, Enerji ve Eşitlik,
Sağlığın Gaspı gibi kitaplarında modern toplumlardaki okul, motorlu taşıtlar, enerji
kullanımı ve tıbbi bakım kurumları üzerine eleştirilerini geliştirmiştir.
CIDOC
(Kültürler Arası Dokümantasyon Merkezi)
Ivan Illıch, “İnsanların
sahip oldukları cevapları tamamlamak için değil, kafalarındaki soruları yeniden
kurmak için devam ettikleri özgür bir kulüp” olarak tanımladığı Kültürler
Arası Dokümantasyon Merkezi (CIDOC)’ni Meksika’nın Cuernavaca şehrinde açmıştı.
CIDOC, faaliyette bulunduğu yıllarda kilisenin mevcut politikalarına karşı
itirazların yükseldiği yerlerden biri olmanın yanı sıra, hem Latin Amerika’daki
diktatörlüklere ve ABD politikalarına karşı muhalefetin merkezlerinden, hem de
dünyanın alternatif entelektüel çevrelerinin ilgi odaklarından biriydi. CİDOC,
çalışanları tarafından resmî açılışının onuncu yılı olan 1976’da, kuruluş
amacının büyük ölçüde ortadan kalkması ve “fazla prestijli bir yer hâline
gelerek” kurumsallaşma tehlikesi taşıması üzerine büyük şenlik yapılarak
kapatıldı.
Illich’in
Düşünceleri
Bir sosyolog, filozof veya tarihçi olmayan Illıch,
tamamlanmış bir düşünce sistematiği kurmamıştır. Genelde kısa risaleler yazmış,
ortaya radikal sorular atmış, önemli bir kesimin ve belli bir kuşağın düşünme
biçimin derinden etkilemiştir. Illıch, cevaplardan çok sorulara odaklanmıştır.
Bir söyleşisinde son soru olarak kendisine “Başka sorum yok, sizin vermek
istediğiniz başka cevap var mı?” denilince Illıch, “Teşekkür ederim, umarım
kimse söylediklerimi cevap olarak almaz.” demiştir.
Illıch’e göre modern dünya ve endüstriyel kurumların
yarattığı insan yozlaşmanın görüntüsüdür. Bu anlamda Illıch, kaybolan bir
dünyanın, artık olmayan bir insan neslinin gecikmiş sözcüsü gibidir. 90’lı
yıllarda yakalandığı ve herhangi bir tıbbi tedaviyi kabul etmediği kanser
hastalığı nedeniyle 2 Aralık 2002’de Bremen’de ölmüştür.
H2O’nun
Ön Sözü
Suya mühendislik mantığıyla yaklaşılan ve bu mantığın
içme suyu sağlanan göllerin yüzeyini buharlaşmayı önleyecek ince film
tabakalarıyla kaplamayı düşünecek kadar uç noktalara vardırıldığı; ekosistemde
süregelen su döngüsünün en önemli olgusu olan buharlaşmanın bile uygarlığın
hasımlarından biri hâline getirildiği bir zamanda H2O ve Unutmanın Suları, ilginç bir okuma deneyimi.
Günümüzde su; tümüyle ticari bir meta haline gelmiş
durumdadır. Şişelenip satıldığında da kaynakları özel şirketlere tahsis
edildiğinde de görebiliriz bunu. “Hava bedava, su bedava” dönemi, çok ama çok
gerilerde kaldı. Bundan daha kötüsü su; doğal ritmini yitirip yağmadığı için
barajlarımızın rezervini yok eden, topraklarımızı kurutan ya da aşırı miktarda
yağdığı için sellerle kasırgalarla insanları öldüren bir düşmana, muhtaç
olduğumuz için de modern insanı öfkelendiren bir kimyasal formüle dönüştü.
Ivan Illıch, Türkçe baskı için yazdığı ön sözde
sözlerinin bir gün Türkçe okunacağını aklının ucundan bile geçirmediğini, H2O
ve Unutmanın Suları’nı Dallas’ta bir eğlence gölünün yapımı üzerine bir şeyler
söylemesi istendiğinde oluşturduğunu anlatıyor: “Su, yalnızca görüşümü belirlemede bir araçtı.” diyen Illıch, asıl
amacını şöyle açıklıyor: “Okurlarımın,
maddeyle ya da bedensel sıvılarla ilgili olsun, etle veya ateşle ilgili olsun,
en temel duyusal algıların bile zaman içinde değişime uğradıklarını ve farklı
geleneklerde farklı şekillere büründüklerini bizzat okuyarak yaşamalarını
istedim.”
Türkiye’deki yayımcının, kendisinden bir ön söz yazmasını
istemesinin ona suyla ilgili bin bir rüyanın kapısını açtığını söylüyor Illıch.
Ayrıca, istenen bu yazıyı yazmak için kütüphaneye gidip orada birkaç gün “İstanbul’un
suları”na daldığını belirtiyor: “Sadece
yüzeysel olarak inceleyebildiğim halde 9 ciltlik Lane Poole’daki “ma”
birleşimlerinin zenginliği kısa sürede beni sarhoş etti. Hanefilik mezhebindeki
suyla ilgili yasaların inanılmaz yalınlığından çok etkilendim. Osmanlı
(tatlı-sert) siyasetindeki bilgelik ve İstanbul’un su tesisatının kurulmasında
gösterilen üstün başarı, beni derinden etkiledi… İslam’ın suları ve Osmanlı
kaynaklarının ihtişamı karşısında hayretler içinde kalıp bir çocuk gibi dilim
tutuldu.”
H2O
ve Unutmanın Suları
Ivan Illıch, H2O ve Unutmanın Suları’nı Dallas
Kent Gölü konusunda kendisinden bir şeyler istenince yazmaya başlamış. Kitabın
başında “Suyun doğal bir güzelliğe sahip
olduğu ve bu güzelliğin kamu ahlakını etkilediği, her ne kadar bilinen bir
gerçekse de her zaman dile getirilmez.” diyerek konuya giriyor. Ardından
doğanın dişi elementi olarak algılanan suyun, Viktorya döneminin hijyenik kadın
imajıyla bağdaştırıldığını söylüyor: “Kültürel
bir simge olarak kadının çıplaklığının banyo odasının musluğuyla
birleştirilmesi ise 19.yüzyılın sonlarına rastlar. Banyoda sabunlu suyla dişi
çıplak arasında kurulan yakın bağ, hem suyu hem de teni evcilleştirdi. Su, evin
içindeki borularda dolaşan bir maddeye, dişi çıplak da doğmakta olan bu evcil
çevrenin tanımladığı yeni cinsel mahremiyet fantezilerinin bir simgesine
dönüştü.”
“Su”yun ev ve şehir içinde dolaşımına bu şekilde atıfta
bulunan Illıch’e göre dolaşım fikri çok yenidir. “Dolaşım fikri, yerçekimi, enerji koruması, evrim ya da cinsellik fikri
kadar yeni ve temeldir… Dolaşımın atfedildiği ilk sıvı kan olmuştur ve kanın
dolaştığını ilk telkin edenin İbnün Nefis olduğu varsayılır. On sekizinci
yüzyılın başında -fikirlerin dolaşmaya başladığı Fransa haricinde- dolaşım
terimi tıpta botanikçilerin özsuyun yükselişinden söz ederken kullandıkları
anlamda kullanılırdı. Sonra birden 1750’lere doğru, servetler ve para dolaşmaya
başlar, bunlardan sıvıymış gibi söz edilir. Toplum kanal sistemi şeklinde
tasarlanır durur. Fransız Devrimi’nden sonra sıvılık baskın çıkan bir
eğretilemedir artık: Fikirler, haberler, söylentiler dolaşır durur. 1880’den
sonra da sıra taşıtlara, havaya ve elektriğe gelecektir. On dokuncu yüzyılda
İngiliz mimarlar, kent içinden söz ederken aynı imaja başvurmaya başlarlar….
İnsan bedeniyle toplumsal yapı örneği kent de artık borulardan oluşan bir ağ
olarak betimleniyordu.”
“Tarih boyunca
kentlerin pis kokan mekanlar olduğu apaçık ortadır.” diyen Illıch, kokusuz
kent ütopyasının dolaşım fikri sonrası ortaya çıktığını söylüyor. Hatta hem temizlenme hem de arınma
aracı olan suyla Batılı insanın ilişkisi noktasında ilginç bilgiler veriyor: “1930’lu yıllara kadar, Fransa ve
İngiltere’nin birçok bölgesinde küçükler asla yıkanmazlardı; anneleri onları
tükürükle ıslatılmış bezle silerdi. Birçok yerde, insanların yarısından çoğu;
yaşamları boyunca banyo yapmamışlardı; doğduklarında ve ölümlerinden sonra
yıkarlardı onları.”
Başka kültürlerde, en azından haftada bir yıkanma ayini
olduğunu da belirten Illıch, Batılıların su ile yakın temasının ancak, su
tesisatı sisteminin Amerikan evlerini bol suya kavuşturması ile ortaya
çıktığını da söylüyor. Aynı şekilde, kitabında; koku ve koklama üzerine de
ilginç bilgiler veriyor. WC’nin, helanın, yüz numaranın gelişimine dikkat
çekiyor.
“Yaşamak”la “oturmak” arasında bütün kültürlerde ilginç
bir şekilde birbirine yakın olduğunu söyleyen Illıch; birinin varlığın zamansal
diğerinin ise mekânsal niteliğini belirttiğini anlatıyor. Eskiden aynı şey olan
bu iki kavramın arasında, artık uçurum olduğundan bahsediyor ve özelde Dallas
şehrindekiler genelde ise tüm modern kentliler için “Oturma’nın ne olduğunu hiç bilmeden doğar, büyür ve ölürler.” diyor.
Kitap boyunca; Dallas’ta yapılacak eğlence göletinin kendisine
çağrıştırdıklarının bunlar olduğunu, önce bunları düşünmek gerektiğini ifade
ediyor. H2O hakkında özet ve sonuç olarak diyor ki: “Çoğu insan bu suyu çocuklarına içirmez. H2O’yu
temizleyici bir sıvıya dönüştürme işlemi tamamlanmıştır. Yirminci yüzyılın
imgeleminde su, içinde barındırdığı o yüce arılığını verme yeteneğini, manevi
kirden arındırmaya yarayan o mistik gücünü yitirir. Artık, teknik ve sınai bir
temizlik maddesi, zehirli bir içecek ve deriyi yıpratan bir sıvıdır…H2O
ve su birbirine zıt şeyler olmuştur.”
Modern insanın su ile ilişkisi üzerine eleştirel bir
kitap olan H2O ve Unutmanın Suları, hayret ve soru kazandırmak için
okuyucusunu bekliyor. Anlaşılan odur ki Ivan Illıch’i okudukça ve araştırdıkça heyecanımız
kadar sorularımız da artıyor.
12 Ekim 2018 Cuma
DON KİŞOT: HER ZAMAN VE HER YERDE YENİDEN YAŞANAN ŞİİR
DON
KİŞOT: HER ZAMAN VE HER YERDE YENİDEN YAŞANAN ŞİİR
Bazı kitaplar vardır nerde
ne zaman okunursa okunsun her seferinde bambaşka tatlar vererek apayrı, yeni ve
zengin anlamlar kazanır. Bu kitaplar, asırlar geçse de kendi değerini korur.
İşte Cervantes tarafından kaleme alınan Don Kişot böyle bir eserdir ve bu
nedenle de bir klasiktir. Don Kişot her açıdan edebî eserle bilimsel eser
farkını yansıtıyor. Don Kişot, fotoğrafların an’ı yansıtıp bir şekilde tüketilmesine
karşı; tablolar gibi eskimez her dem yeni tablo gibi. Garaudy’nin “Don Kişot
Yaşanmış Şiir” adlı kitabındaki ifadelerle bu durum şöyle anlatılıyor: “Bu efsane (Don Kişot) geçmişe ait değildir.
O, geçmişi, geleceği ve şimdiyi içinde barındırır. Tarihin determinizmlerini
kırarak ve insana geleceğinden sorumlu olduğunu hatırlatarak tarihi sorgular.”
(s.26)
Don Kişot, Batılı ve katı
bir perspektifle bize realite/gerçek diye sunulanlara karşı sesi, çağlar boyu
yankılanacak bir isyandır. Çünkü böyle bir gerçek yoktur, bu gerçek iddiası
sadece ve sadece amaçsız bir menfaat ve dünyevileşme arzusudur. Bize gerçek
diye sunulan, merhamet ve paylaşma sevinci gibi duygulardan yoksun bir sömürü
hırsıdır: “Realite adını vermekte görüş
birliği ettiğimiz şey, kuruntu ve yalandır. Aslında bunu şöyle adlandıracaktık:
İnsanın yabancılaşması. İlk defa Shakespeare ve Cervantes bağırdılar: “Kral
çıplak!” Sizin gerçeğiniz sahte bir gerçektir. Anlamsızdır, çünkü gayesi
yoktur!” (s.36)
Hayatımızda veya hayatımızın
kısa da olsa en azından bir bölümünde hayal ve ideallerimizin gerçeklerden daha
ön planda olduğu bir dönem olmuştur. Özellikle çocukluk ve gençlik
dönemlerimizde yaşadığımız bu ruhsal Don Kişotluk çok özel bir durum olarak düşünülmelidir.
Bu hususta da şöyle diyor Garaudy: “Haklı
bir davaya inanmışsanız, bedeli ne olursa olsun, onun uğrunda sonuna kadar
mücadele etmelisiniz. Bu durumda eyleminizin karşınıza çıkardığı her durumu da
göğüsleyebilmelisiniz... Benim açımdan dünyanın en büyük günahı, umutsuzluğa
kapılmaktır. İman sahibi olmak ise, fırtına ve kasırgalara rağmen sabaha
ereceğinize ve günle buluşacağınıza inanmak demektir…” (s.13)
Her idealist bir parça Don
Kişot değil midir? Her anlamda imkânsızı isteyen ve ona talip olan bir adam Don
Kişot… Atı, sevgilisi, yardımcısı, her şeyi ve her durumu ile imkânsızın
taliplisi… Onun mücadelesi; realizm ile hayalperestlik arasında bir yerlerde
durur. Don Kişot’tan çıkardığımız ders bir insanın nereden geldiği değil nereye
gittiğinin önemli olduğudur. Ya da başka bir ifade ile insanın nerede olduğu ve
ne yaptığı değil ne yapmak istediğinin önemli olduğunun resmidir. İnsan irade
sahibi bir varlıktır; kendisine ve kendi hayatına seçimleri ile anlam
kazandırır: “Eserinin kaynağı, canlı kökeni,
bir doğum olgusu değil, aksine tarihi bir tecrübeden hareketle, bir yaşama ve
düşünme tarzının seçimidir.” (s.19) İnsanın hâlinin değil de gayesinin
önemli olduğu gerçeğini vurgular her yönüyle Don Kişot… “Asaletin kanla değil, sadece faziletle edinildiğini ilan eden şövalye
için soyunun ne önemi var!” (s.18)
Uzun ömrü boyunca hep
ideallerinin ve hayallerinin peşinde koşmuş bir eylem adamı ve düşünür olarak
Garaudy’nin Don Kişot üzerine yazdığı kitap okuyucu olarak bizleri heyecanlandırıyor.
Kitap, Don Kişot üzerine olduğu kadar Cervantes üzerine yazılmış bir eser. Garaudy,
Don Kişot için “Yaşanmış Şiir” alt başlığını kullanıyor. “Benim Üstadım Don Kişot’tur. Yirmi yaşından itibaren kendime rehber
edindim ben onu. İdealin gerçekten daha doğru olduğuna inanan Don Kişot’u.
Hiçbir fırtınanın baş eğdiremediği o kahramanı…” (s.13)
Don Kişot’un macerasının
daha doğrusu mücadelesinin komik bulunması veya öyle zannedilmesi konusunda da
şöyle diyor: “Don Kişot, o Ermiş Şövalye,
paranın yeni bir hükümdarlığının doğuşuna kucak açan bir asrın bütün
kurumlarıyla, cesaretini ve umudunu kaybetmeksizin “ha bire” çarpışır. Öylesi
bir asırda, korku ve ayıplanma nedir bilmeden yapılacak böylesi bir
âlicenaplıksa, elbette artık sadece alaya alınmakla ve başarısızlıkla
sonuçlanabilirdi.” (s.14)
Kitap boyunca Don Kişot
örnekliğinde Sanco Panza’nın tanıklığında Cervantes’in üretkenliğinde bir
bütüncül durum ortaya çıkıyor. Bu bütüncül durum bir Endülüs’e Ağıt ortaya çıkarıyor.
Çünkü Endülüs; Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi farklı dinlerin
mensuplarının, her soydan ve her inançtan insanın kültürel bir zenginlik ve
farklılıklarıyla uyum ve birliktelik içinde yaşadığı bir medeniyet örnek bir
kültürdü: “Müdejarların (İspanyol
vatandaşı Müslümanlar) mahallesinde
çuhacılık yaptı dedesinin babası Cervantes’in…“Gırnata, Kurtuba,
İşbiliye/Sevilla ve Armada için zeytinyağı ve buğday toplayıcısı olarak adım
adım dolaştığı bütün Endülüs, Marcellino Menendezy Pelayo’nun yazdığı gibi,
Cervantes’in ‘deneyiminin gerçek alanı ve ruhunun gerçek yurdu’ oldu.
Cervantes, Endülüs geleneğinde en esaslı noktaları dillendirir: Hoşgörü ve daha
da ileri noktadaki evrensellik duygusu gibi… Çünkü Endülüs’te asırlar boyunca
Hıristiyanlar, Museviler ve Müslümanlar birbirleriyle kaynaşmış hâlde yaşadılar
ve kültürleri ile hayat tarzları, birbirinden karşılıklı olarak beslendi.”
(s.18-19)
Garaudy, Cervantes’in Don Kişot’u; Endülüs’teki
birliktelik ve bir arada yaşama deneyimine ağıt olarak yazdığını vurguluyor
kitabı boyunca. Müslüman kökenlilerin Moriskoların Don Kişot’ta bambaşka bir
yer tuttuğunu bunun da Cervantes’in özlemini hatta hayatını yansıttığını ifade
ediyor. Müslümanlardan ve Yahudilerden ilham alan bir Endülüs’ün tarihin
akışını değiştireceğini bu anlamda Rönesans’ın bir sakat doğum olduğunu
söylüyor: “Tanrı ile ve O’na karşı
olmayan gerçek bir ‘Rönesans’ XVI. Yüzyılda İtalya’da değil de XIV. Yüzyılda
İspanya’da başlayabilirdi. Don Kişot, bize tarihin bu kaçırılmış fırsatını
dillendiriyor.” (s.45)
Cervantes’in Don Kişot’u pek
çok bakış açısıyla okunup değerlendirilebileceği gibi “insanın bu dünyada
seyirci kalmadığının destanı” olarak okunup değerlendirilebilir. Çünkü o,
bir ideal bir hayal uğruna dünyayı değiştirme çabası elbette ki en başta
dünyayı ve hayatı yeniden algılama biçimidir. Hayatımızı ve seçmeden
varoluşumuzu kuşatanlar gerçekleri değiştirme yolunda devrimci bir çabayı
anlatıyor ve her zaman yeni kalıyor. Çünkü her çağda ve her yerde iyilik
doğruluk güzellik yolunda hayata ve hayatımıza anlam katmak için değiştirilmesi
gereken o kadar çok şey var ki. Büyüklük, asalet, hayatın anlamı, insanın
kalitesi adına değişmesi gereken şeyler duvarlar örmüştür etrafımıza, Don
Kişot, bu duvarlara karşı verilen acıklı ama bilinçli bir mücadelenin
destanıdır. Garaudy, Don Kişot’un ana
mesajını da açıklıyor bize:
“Asil
doğulmaz, asil olunur. İnsan uğruna hayatını feda etmeyi kabul ettiği projenin
büyüklüğü ile asil olur. Don Kişot’un ana mesajı işte budur: Bir adamın kalitesi, kanına değil amacına
bağlıdır: Hakiki asalet, faziletten ibarettir. Haytalar prensler arasında
da görülür, baldırı çıplaklar arasında da… Büyüklüğün yurdu, sınıfı veya
mezhebi olmaz.” (s.23)
İdeali peşinde bir mücadele
verenler için Don Kişot hayatın anlamının ta kendisi… Bu noktada Garaudy’nin
Don Kişot’u başka bir gözle okunabilir; hayatını Don Kişot olarak yaşayanlar
için çok kıymetli ama Don Kişotlara eleştirel bakanlar için de önemli bir kitap.
Ömrünüzün en azından bir bölümünde Don Kişot olmamışsanız -üzgünüm ama siz- niye
yaşadınız ki?
ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - I
ŞEHRİ AYDAN GÖRMEK
Çeyrek asır öncesi bir zaman, cami avlusunda bulunan çay evinde otururken konuşacaklarımızı tüketmiştik. Arkadaşımla ara sıra kesişen bakışlarla birbirimizin yüzünü seyretmeye başlamıştık. Bazen düşüncelerinin verdiği bunalımla akıllılığın sınırlarını zorlayan arkadaşımın “Hiç bu şehri aydan seyrettiğini düşündün mü?” sorusu titreşimler hâlinde kulaklarıma, sonra beynime ulaştığında neye uğradığımı şaşırdım. İlk şaşkınlık anları geçince, cevap verecektim ki vazgeçtim. Bu seslenişi bir teklif kabul edip düşünmeye başladım. Gerçekten şehrin aydan görünüşü nasıldı?
Şehrin; aydan veya başka bir yüksek yerden daha doğrusu üstten görünüşü korkunçtu. Bu hisse pilotlar sıkça kapılır mı bilmem. Şehrin üstten/aydan görünüşüyle hâli çok garip. Birtakım kutu benzeri yapılar gün ışıyınca kutumsu yapılardan çıkan iki ayaklı, iki kollu, tek kafalı birtakım küçük küçük yaratıklar. Küçük ve garip yaratıklar, gün kararınca da kutumsu yapılara tekrar giriyorlar. Kalabalık bir caddeye bakan avludaki masadaki oturan arkadaşımı ve kendimi de gördüm. Caddedeki kalabalığı da. Kapıldığım his, beni korkuttu. Bir yandan gidenler gelenler, koşturup duranlar ve yanda küçük masalarda oturan küçük yaratıklar. Karıncaları izlediğim zamandaki rahatlığımla izleyemedim, aydan şehri. Şehri aydan görmek, kendimi dışımdan görmeye dönmüştü birden. Rüyada kendi ölümünü görmek gibi bir şey bu. Görüldüğümü, izlendiğimi düşündüm. Evcilik oynayan çocuklarını izleyen büyükleri anladım şimdi.
Şehri, aydan seyretmeye imkânım varken zamanın geçişini hızlandırdım. İki kollu, iki ayaklı ve tek kafalı yaratıklar doğuyordu, ölüyordu. Kimileri, özellikle akşamları, bir yerlere gidiyorlardı. Buna eğlenmek diyorlardı. Eğlenceleri anlamsızlık gösterisi gibiydi. Bazı sıvılar içiyorlardı. Anlamsız hareketler yapıp birbirlerine dişlerini gösteriyorlardı. Ölümü beklerken, beklermiş gibi bir hâlleri yoktu. Güzel güzel vakit geçiriyorlardı. 20. Asırdaki insanlar için sonraları “Gazete okur ve çiftleşirlerdi.” denileceğini söyleyen filozof benim o anki ruh hâlimde olmalıydı. Şimdi aynı cümleyi 21. Asrın başındaki insanlar için “cep telefonu kullanır ve internete takılırlardı...” biçiminde kuracağına adım kadar olmasa da eminim.
Kendime
geldiğimde düşündüğüm, yeni okumadığım fakat canlılığını kafamda çoğu kitaptan
daha fazla koruyan Marguez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanın
kahramanlarıydı. Albay Auerliano’yu düşündüm. Çağın büyük ideolojilerinden biri
için, dünyayı anlamlı kılabilmek için, savaşan bu adamın, başarının son haddine
vardığında bulduğu en anlamlı iş, anlamsız bir döngüydü.
Camus’nün Veba'sında bir kahraman sürekli önündeki biri boş biri dolu iki tencereyle uğraşıyordu. Tencerelerden biri nohut doluydu. Dolu tencerelerdeki nohutları, birer birer diğer tencereye aktarıyordu. Diğeri dolunca aynı işi tekrar yapıyordu. Aureliano’nun süs balıkları yapıp satması, para kazanması sonra balık yapabilmek için malzeme alması, malzeme alıp balık yapabilmek için balık satması gibi. “Oyun ve eğlence olsun diye yaratılmamış; fakat oyun eğlence olarak yaşanan dünyanın bu şehrinden anlamı getiren elçiye selam olsun. “ diyerek arkadaşıma masadan kalkmayı -aslında şehri aydan görmeye bir son vermeyi.- teklif ettim. Kalktık.
Camus’nün Veba'sında bir kahraman sürekli önündeki biri boş biri dolu iki tencereyle uğraşıyordu. Tencerelerden biri nohut doluydu. Dolu tencerelerdeki nohutları, birer birer diğer tencereye aktarıyordu. Diğeri dolunca aynı işi tekrar yapıyordu. Aureliano’nun süs balıkları yapıp satması, para kazanması sonra balık yapabilmek için malzeme alması, malzeme alıp balık yapabilmek için balık satması gibi. “Oyun ve eğlence olsun diye yaratılmamış; fakat oyun eğlence olarak yaşanan dünyanın bu şehrinden anlamı getiren elçiye selam olsun. “ diyerek arkadaşıma masadan kalkmayı -aslında şehri aydan görmeye bir son vermeyi.- teklif ettim. Kalktık.
9 Ekim 2018 Salı
PAMUK VE MARQUEZ NE KADAR UZAK?
SESSİZ EV – ORHAN PAMUK
Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanı, Doktor
Selahattin Bey’in İstabul’dan ayrılmak zorunda kalmasıyla yanına karısını
alarak Gebze’ye yerleşmesini ve bu göçten sonra başlayan ailenin 70 yıl kadar
süren mutsuzluk ve yalnızlığını konu edinmektedir. Şahıs kadrosu Doktor
Selahattin Bey’in soyundan gelenlerden oluşmaktadır. (Aşağıda Darvinoğlu
ailesinin soyağacı verilmiştir.)
Romanda Geçen Şahısların Tanıtımı
Dr.
Selahattin: Fatma Hanım’ın kocasıdır.
İttihat ve Terakki hükümeti tarafından Gebze’ye sürülür. Gebze’ye yerleştikten
sonra siyasete bakışı değişir ve tüm Doğu’yu aydınlatacak bir ansiklopedi
yazmaya karar verir. Her şeyin en iyisinin bilim ve teknoloji onlarda olduğu
için Batılılarda olduğunu düşünen bir insandır.
Fatma Hanım:
Dr. Selahattin’in karısıdır.
Kocasının düşüncelerini ve yaptıklarını benimsemeyen hatta bunlardan nefret
eden geleneksel bir aile kadınıdır.
Recep: Fatma Hanım’ın hizmetçisidir. Dr. Selahattin’in köylü
bir kadından olan çocuğudur. Cüce bir kişidir.
İsmail: Recep’in kardeşidir. Dr. Selahattin’in köylü kadından
olan diğer çocuğudur. Hasan’ın babasıdır. Topal bir kişidir.
Doğan: Dr. Selahattin ve Fatma Hanım’ın tek çocuğudur. Bir
süre kaymakamlık yapar. Hassa bir insan olduğu, fakirlere ve köylülere
yapılanları gördüğü için kaymakamlıktan ayrılır.
Faruk: Doğan Darvinoğlu’nun oğludur. Hayalperest bir gençtir.
Amerika’ya gidip zengin olma planları yapmaktadır.
Nilgün: Doğan Darvinoğlu’nun kızıdır. Faruk ve Metin’in
kardeşidir ve Sosyalisttir.
Hasan: Recep’in yeğeni piyangoculuk yapan İsmail’in oğludur.
Milliyetçi ve idealist bir gençtir.
Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanında beş ayrı
anlatıcı vardır. Anlatıcılar, Fatma Hanım, Recep, Metin, Faruk ve Hasan'dır.
her biri ayrı bakış açılarıyla olayları yansıtmaktadır. Fakat Hanım ve Recep’in
anlatıcı olduğu bölümlerde zaman geriye dönüşlü olarak kullanılıyor. Özellikle
90 yaşlarındaki Fatma Hanım’ın anlatıcı olduğu bölümlerdeki geriye dönüşler
Sessiz Ev’e tarihî roman olma özelliği kazandırıyor.
Romanın
Özeti
Siyasetle ilgilenen Dr. Selahattin, İttihat ve Terakki
Partisiyle ters düştüğü için İstanbul’dan Gebze’ye sürülür. Gebze’de yaşamını
sürdürürken Doktor Selahattin’in siyasetle ilgili düşüncelerinde değişiklik
olur. Doktor, siyaseti küçük görmeye başlar. Bütün Doğu’yu aydınlatacak bir
ansiklopedi tasarlar. Doktor Selahattin’in 30 yıl süren ansiklopedi yazma
mücadelesi başarısızlıkla sonuçlanacaktır.
Doktor Selahattin’in ansiklopediyi yazdığı kısa süre
içinde karısı Fatma Hanım’la arası açılır. Fatma Hanım, kocasının ansiklopedide
kaleme aldığı görüşleri kafirlik olarak görmektedir. Doktor Selahattin
karısında bulamadığı sevecenliği Avrupalı filozof ve bilim adamlarının da öyle
yaptığını düşünerek, köylü bir kadında bulmayı umar. Köylü kadından iki çocuğu
olur: Recep ve İsmail. Doktor, köylü kadını ve çocuklarını eve getirttiğinde
Fatma Hanım dayanamaz, köylü kadına ve çocuklarına saldırır, onları döver. Daha
bebek olan çocuklardan biri cüce, biri de topal olarak kalır.
Doktor Selahattin’le Fatma Hanım’ın tek çocuğu Doğan
ise annesinin göz bebeğidir. Annesi oğlunun tüccar ya da mühendis olmasını
istemektedir. Fakat Doğan da babası gibi siyasete bulaşır. Gül adında bir
kadınla evlenir. Doğan’ın Gül’le evliliğinden üç çocuğu olur: Faruk, Metin ve
Nilgün. Doğan tıpkı babası gibi zamanla siyasetten soğur ve kaymakamlıktan
istifa eder. Karısının ölümünün ardından iyice bunalıma düşer. Doğan öldüğünde
ise kocası da ölmüş olan Fatma Hanım, hizmetçisi olan cüce Recep’le kalmaya
başlar.
Metin’le Nilgün ağabeyleri Faruk’la kalmaktadırlar.
Ara sıra yalnız yaşayan babaannelerini ziyarete gelirler. Bu ziyaretlerde eski
arkadaşlarını da görmektedirler. Faruk aynı zamanda Gebze kaymakamlığına bağlı
arşivde tarih araştırmaları da yapmaktadır. İşte bu ziyaretlerden birinde Faruk
yeni bir araştırmanın peşine düşer. Amerika’ya gidip zengin olmayı hayal eden
Metin ise Ceylan adındaki çocukluk arkadaşına âşık olur. Nilgün aralarında
çıkan bir tartışmada amcaoğlu Hasan’a “Manyak Faşist” dediği için Hasan’dan
dayak yer. Yediği dayak ölümüne neden olacaktır. Aslında sevdiği Nilgün’ü
dövmek zorunda kalan Hasan, bilinmeyen bir yerlere doğru kaçar.
YÜZYILLIK YALNIZLIK – G.G. MARQUEZ
Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı
romanı, çekirdeği Jose Arcadio ve Ursula Iguaran’dan oluşan ve zamanla dallanıp
budaklanarak çoğalan Buendia ailesinin bir asır kadar süren maceralarını ve
yalnızlığı konu edinir. Yüzyıllık Yalnızlık’ta Buendia ailesinin yaşadığı olayların
geçtiği mekân Marquez’in hayalinde kurduğu Macondo adlı kasabadır. Roman,
kalabalık bir şahıs kadrosuna sahiptir. (Aşağıda, Buendia ailesinin soyağacı
gösterilmiştir.)
Yüzyıllık Yalnızlık’ta geçen şahıslar ve bu şahısların
etrafında gelişen olaylar kısaca şöyledir:
Jose Arcadio Buendia karısı Ursula Iguaran’la birlikte
Macondo’ya yerleşir. Buendialarla birlikte Jose Arcadio’nun 21 arkadaşı da
Macondo’ya yerleşir. Zaten daha önce böyle bir yer yoktur. Macondo’yu
Buendialar ile 21 arkadaşları ve aileleri bulurlar. Jose Arcadio bilimsel
araştırma meraklısıdır. Jose Arcadio’nun bu özelliğini karısı Ursula hiç
beğenmemektedir. Jose Arcadio’ya bilimsel araştırmalarında yardımcılık ve yol
göstericilik yapan bir çingenedir. Melquiades adındaki çingene bir süre sonra
Buendiaların evine yerleşie ve ölene kadar bilinmeyen bir dille yazılar yazar.
Yüzyıllık Yalnızlık’ta birinci nesli Jose Arcadio , Ursula ve Melquiades
oluşturur.
Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanda ikinci nesil olarak
Jose Arcadio ve Ursula’nın üç çocuğu vardır. Jose Arcadio, Aureliano ve
Amaranta. İkinci nesil arasında sayılması gereken bir diğer şahıs Pilar Ternara
adındaki bir kadındır. Bu kadından Aureliano’nun Aureliano Jose adında, Jose
Arcadio’nun ise Pilar Ternara’dan olan oğlu Arcadio’yla devam eder.
Jose Arcadio ve Ursula’nın büyük oğlu Jose Arcadio bir
süre kaybolur. Geri döndüğünde uzak akrabalarının kızı olan Rebecca’yla
evlenir. Bu evliliğe karşı olan Ursula sebebiyle evi terk etmek zorunda
kalırlar ve kasabanın kenar taraflarında bir kulübede yalnız yaşarlar. Jose
Arcadio ve Ursula’nın küçük oğlu Aurliano ise Remedios Moscote ile evlenir.
Karısı öldükten sonra muhafazakârlara karşı savaşmak için liberallare katılır.
Liberallerin en üst düzey komutanlıklarına ulaşır. General payesini kabul
etmediği için Albay Aureliano diye anılmaya başlar. Albau Aureliano Buendia’nın
savaş boyunca yattığı kadınlardan 17 oğlu olmuştur ve hepsinin ismi de
Aureliano’dur. Albay Aureliano Buendia’nın 17 oğlu, diğer oğul Aureliano Jose
gibi muhafazakârlar tarafından öldürülür. Albay Aureliano Buendi, gücünün
zirvesindeyken içine düşen yalnızlık duygusundan kurtulamadığı için savaşmaktan
vazgeçer ve hükümetle anlaşma imzalar. Albay Aurelianıo Buendia, hayatının geri
kalanını baba evinde işliğinde süs balıkları yaparak geçirecektir. Ursula ve
Jose, Arcadio Buendia’nın kızı Amaranta ise ömrü boyunca evlenmez ve yalnızlık
içinde yaşar.
Buendia’ların büyük oğlu Jose Arcadio’nun Pilar
Ternara’dan olan oğlu Arcadio, Santa Sofia del la Piedad ’la evlenir. Bu
evlilikten Güzel Remedios, Aureliano Segundo ve Jose Arcadio adı verilen
ikizler dünyaya gelir. Çocukların babaları olan Arcadio muhafazakârlar
tarafından kurşuna dizilir. Güzel Remedios meleklere özgü güzelliğiyle bu dünya
insanı olmadığını hissettiren bir kızdır. Bir gün göklere yükselir ve aileden
ayrılır. Aureliano Segundo ve Jose Arcadio Segundo adındaki ikizlerin
düşünceleri ve karakterleri farklıdır. Aureliano Segundo Fernando’yla evlenir
ve bu evliliklerinden üç çocuk dünyaya gelir. Reneta Remedios (Meme), Jose
Arcadio ve Amaranto Ursula, Reneta Remedios (Meme) Mauricio Babilonia’dan bir
çocuk sahibi olur. Adı Aureliano olan bu çocuk nedeniyle Meme’nin annesi
Fernando çılgına döner ve kızını bir manastıra kapattırır. Kızının sevgilisi
Mauricio Babilonia’nın bir tertiple öldürülmesini sağlar. Torunu Aureliano’yu
ise kimseye söylemeden ve bulunmuş bir çocuktur diye eve alır. Bu olay ailenin
sonu olacaktır. Aureliano büyüdüğünde Melquiades’in odasında çok önceleri
yazdığı notları okumaya çalışır. O odadan dışarı çıkmaz. Fakat teyzesi olduğunu
bilmediği Amaranta Ursula’ya âşık olur ve sevişir. Doğan çocuğun ismini
Aureliano koyarlar. Ama çocuğu karıncalar götürür annesi Amaranta Ursula isa
kısa bir süre sonra ölür. Tüm olayları gören Buendia ailesinin o sıralarda son
ferdi olan Meme’nin oğlu Aureliano Melqıides’in yazdıklarını çözer.
Yazılanlarda ailenin tarihçesi vardır. Çok önceden Buendia ailesinin başına
gelecekleri yazmaktadır. Aureliano sevgilisinin ve çocuğunun annesinin teyzesi olduğunu
öğrenir. Melquides’in yazdıklarında kendi sonunu okurken okuduklarıyla
yaşadıkları bir olur. O sırada Maconda bir toz ve taş girdabına döner.
Buendia ve Darvinoğlu Ailesi (Marquez,1993; Pamuk,1994)
Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı
romanıyla Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanın karşılaştırılması bu iki
sanatçı arasındaki ortaklık ve benzerlikleri ortaya çıkarmak için faydalı
olacaktır. Yüzyıllık Yalnızlık’la Sessiz Ev
arsında konu, şahıs kadrosu ve olayların geçtiği mekânın özellikleri gibi pek
çok yönden benzer veya ortak noktalar bulunmaktadır. Başta şunu belirtmek
gerekir ki Yüzyıllık Yalnızlık’la Sessiz Ev
arasında çokça ortak veya benzer noktalar bulunmasına rağmen roman tekniği
olarak anlatım açısından büyük farklılıklar taşımaktadır. Yüzyıllık Yalnızlık,
her şeyi dışarıdan gören 3. Teklik şahıs anlatımıyla kaleme alınmışken Sessiz Ev
5 ayrı anlatıcının dilinden 1. Teklik şahıs anlatımına sahiptir. Sessiz Ev’in
ayrı ayrı anlatıcıların diliyle kaleme alınışının Marquiez’in diğer bir eseri
Yaprak Fırtınası’yla benzerlik gösterdiğini belirtmek gerekir. Yaprak
Fırtınası, 3 ayrı anlatıcının dilinden 1. Teklik şahıs anlatımıyla kaleme
alınmıştır. (Marquez, 1994) Anlatım tekniği olarak farklılıklarına karşın
Sessiz Ev’le Yüzyıllık Yalnızlık’ın çoğu noktada benzeştiğini söylemiştik. Bu
benzeşen noktaları şöyle sıralayabiliriz.
a) Olayların
Geçtiği Mekân
Yüzyıllık Yalnızlık’ta olayların geçtiği ve
çevrelediği mekân Buendia ailesinin evidir. Sessiz Ev’de ise romana adını da
veren Darvinoğlu ailesinin evidir. Buendia ailesinin evi ailenin reisi Jose
Arcadio’nun ve arkadaşlarının bulduğu bir şehir olan Macondo’dadır. Darvinoğlu
ailesinin evi ise Gebze’de. Her iki ailede evlerine evliliklerinden belli bir
süre önce yerleşmişlerdir. Jose Arcadio Buendia öldürdüğü bir adam sebebiyle
göçetmeye kara verir. Macondo’ya yerleşir ve ailesinin nesiller boyu kalacağı
evi yapar. Buendia ailesinin evi Macondo’da örnek bir evdir.
“Daha en baştan, onun evi köyün en iyi evi olduğu için
ötekilerde onu örnek almışlardır.”(Marquez,1993:13)
Doktor Selahattin Darvinoğluise İttihatçılar
tarafından Gebze’ye sürgün edilmiştir. Doktor, kendi ölümünden sonrada yaşadığı
zaman dâhil edilirse karısının 70 yıl boyunca yalnız yaşayacağı bir ev satın
alır. Gebze’deki bu evde karısıyla bağları kopacak ve karısı yalnızlaşacaktır.
Doktorun ölümüyle de ev tam bir sessizliğe bürünmeye doğru gidecektir.
b) Aile
Reisleri
Yüzyıllık
Yalnızlık’taki Buendia ailesinin reisi Jose Arcadio Buendia ve Sessiz Ev’deki Darvinoğlu
ailesinin reisi Doktor Selahattin Darvinoğlu benzer ilgi ve meraklara sahiptir.
İkisi de kimi zaman ölçüyü kaçıracak şekilde bilimsel araştırma ve inceleme
faaliyetleri içine girmişlerdir.
“Jose Arcadio Buendia aylar süren uzun yağmurlar
mevsimi boyunca deneylerini kimse bozmasın diye evin arkasına yaptığı küçük
odaya kapandı. Evle ilgili yükümlüklerini hepten bırakıp geceler boyu yıldızlar
yörüngesini izleyerek bahçede sabahladı, öğle saatinin şaşmaz vaktini bulacağım
diye neredeyse başına güneş geçti.” (Marquez,1993:9)
Doktor Selahattin de odasına kapanıp deneyleri ve
büyük önem verdiği ansiklopedileriyle uğraşıp durur.
“Bugün uçaklar, kuşlar ve uçma üzerine yazdım, Fatma; hava
maddesini bitirmek üzereyim bugünlerde, bak dinle, hava boş değildir. Fatma,
taneler vardır içinde ve tıpkı suyun içinde yüzen balığın tuttuğu yer kadara
suyun ağırlığı içinde… Selahattin coşmuş anlatıyordu ve her zaman vardığı
sonuca bağıra bağıra varıyordu. İşte her şey bilinmeli, bize gereken bir ansiklopedi.”
(Pamuk, 1994:25)
Doktor Selahattin’in dünyası laboratuarından ve
ansiklopedisinden ibarettir. Köylülerin onun laboratuar veya odasını
değerlendirirken söyledikleri şunlardır.
“… Görmediniz mi masanın üzerindeki o kuru kafayı,
odası baştan aşağı kitap dolu, tuhaf büyü aletleri de var, ucundan duman tüten
borular, iğnelenmiş kurbağa ölüleri var orada…” (Pamuk, 1994:65)
Doktor Selahattin gibi bir laboratuar veya özel bir
odaya sahip olan Jose Arcadio Buendia’da, doktor gibi, kimi zaman bilimsel
yazılar yazar:
“ Saatlerce odasına kapanıp yeni silahının
olanaklarını hesaplaya hesaplaya, sonunda öğretici, açık seçikliği söz
götürmez, inandırıcılığına karşı durulmaz bir el kitabı ortaya. Kitaba, yaptığı
deneyleri anlatan bir alay tarifnamesiyle birkaç sayfa açıklayıcı resim ekleyip
bir ulakla hükümete yolladı.” (Marquez, 1993:9)
Jose Arcadio ve Doktor Selahattin evle ilgili
yükümlülüklerine pek önem vermedikleri gibi karılarının para ve malını
harcarlar. Jose Arcadio karısı Ursula’nın parasını alır ve harcar:
“Ursula ağlayıp sızlandı. O para, babasının ömür boyu
yemeyip içmeyip biriktirdiği, Ursula’nın da sakla samanı gelir zamanı diye
yatağının altına gömdüğü altın dolu sandıktan alınmıştı.” (Marquez, 1993:8-9) J. Buendia’nın yaptığını Doktor Selahattin karısı
Fatma Hanım’a yapar:
“Sonra dolabın kuytuluğundan kutuyu çıkarmış, açmış
uzun bir zaman hangisine kıyacağıma karar verememiştim: Yüzükler bilezikler,
elmaslı iğneler, mineli saatim, ince gerdanlıklar, elmaslı broşlar, elmas
yüzükler, elmaslar Allah’ım” (Pamuk, 1994:96)
J. Buendia ve Doktor Selahattin ateisttir. Pozitivist
bir bakış açısına sahiptirler. J. Buendia Tanrı’ya inanması için Peder’den
Tanrı’nın fotoğrafını ister.
“Peder Nicanor, onunla anlaşabilen tek insan
olduğundan yararlanarak, Tanrı inancını onun saptamış beynine şırınga etmeye
çalıştı. Artık her gün kestane ağacının dibine gidiyor, Latince vaaz edip
duruyordu. Ne var ki José Arcadio Buendia laf kalabalığına kulak asmıyor, kakao
mucizesine aldırmıyor, tek kanıt olarak Tanrı’nın fotoğrafını isterim diye tutturuyordu.”
(Marquez, 1993:85)
Doktor Selahattin de Tanrı’nın varlığı konusunda
karısına benzer şeyler söyler;
“Allah yok, diyoruz, kaç kere söyledim, çünkü varlığı
deneyle kanıtlanamaz.” (Pamuk, 1994:275)
c) Ailenin
Büyük Kadınları
Kocalarının dinsiz ve ateist olmalarına karşılık
kadınları dindardır. Ursula Iquaran iyi bir Katolik, Fatma Hanım da iyi bir
Müslüman olmaya çalışmaktadır. Kocalarının sapık gördükleri düşüncelerinden
uzaktırlar. Ursula’nın torunu Arcadio’nun oğlu José Arcadio Segundo kiliseye
gitmeye başlayınca Albay Aureliano’nun arkadaşı Albay Gerineldo Marquez çok
öfkelenir ve konuyu Ursula’ya açar. Ursula’nın tepkisi ilginçti.
“Urslula, böylece daha iyi” dedi. “Keşke papaz olsa
da, sonunda Tanrı bu evin kapısından içeri girse.” (Marquez, 1993:183)
Gene Ursula’nın torunu olan Arcadio’nun diğer oğlu
Aureliano Segundo Macondo’ya gelen karnavalı meşrulaştırmak için Ursula’nın
dindarlığına hitap etmek zorunda kalır;
“Aureliano Segundo, Peder Antonio İsabel’i kapattığı
gibi eve getirdi ve Ursula’yı, karnavalın sandığı gibi bir putperest bayramı
olmayıp,
“Dünya yuvarlak, tıpkı bir portakal gibi.”
Usrula’nın sabrı taştı. “Sen çıldırmaya niyetliysen,
kendi başına çıldır! Ama o çingene düşüncelerini çocukların aklına sokmaya
kalkışma!” diye bağırdı.” (Marquez, 1993:10)
Ursula Iquaran kocası José Arcadio’yu çingene
düşüncelerine kanmış görürken Fatma Hanım kocası Doktor Selahattin’i şeytanın
çok kolay kandırdığını düşünmektedir:
“Evet, şeytan ancak bir çocuğu bu kadar kandırabilir,
üç alt kitapla yoldan çıkarılabilecek bir çocukla evlenmişim ben anladım.”
(Pamuk, 1994:21)
Ursula, Buendia ailesinin tüm fertleriyle en azından
belli bir süre yaşamıştır. Ailenin tüm fertlerini, torunlarının torunlarını ve
torunlarının çocukları dahil, görmüştür. Fatma Hanım da ailenin tüm fertlerini
görmüştür. Kocalarıysa ailenin tüm fertlerini görememişler ölümleriyle
karılarını yalnızlık içinde bırakmışlardır. Buendia ve Darvinoğlu ailelerinin
yalnızlığının en büyük şahitleri başta evleri ve evin büyük kadınlarıdır.
ç) Aile
Fertlerinin Özgürlükçülüğü ve İsyankârlığı
Buendia ve Darvinoğlu ailelerinin üyeleri mevcut
yöneticilere ve uygulamalarına karşı çıkarlar. Her iki romanda da bu iki aile
üyelerinin yaptığı işler birbirine benzerdir. Öncelikle, Buendia ailesinin resisi
Jose Arcadio ile Darvinoğlu ailesinin reisi / atası Dr. Selahattin yaptığı
işler bu duruma güzel birer örnek olacaktır.
Jose Arcadio, Macondo’ya gelen muhafazakâr hükümetin
temsilcisinin uygulamasına karşı çıkar ve temsilciyi düşmanı ilan eder: “Burada
bizden biri gibi oturmaya niyetin varsa, başımız üzere yerin var, yok eğer
milletin evini maviye boyatacağım diye huzursuzluk çıkaracaksan, pılını pırtını
toplayıp geldiğin yere gidersin. Çünkü benim güvercin gibi bembeyaz olacak ve
Jose Arcadio konuşmasının sonuna doğru, Macondo’ya sulh yargıcı olarak atanan Muhafazakâr
hükümetin temsilcisi Don Apolinar Moscote’yi düşman ilan eder “...bir katolik
olduğunu inandırmaya çalıştı.” (Marquez, 1993:195)
Aureliano Segundo’nun oğlu, Ursula’nın torununun
torunu olunca ad verme konusuda tartışma çıkar. Ursula oğlanın isminin Jose
Arcadio olmasına karşıdır. Yine de Aureliano Segundo’nun ilk oğlu olduğunda,
Ursula onun isteğine karşı koymayı göze alamaz.
“Peki” dedi. “Ancak bir koşuluk var. Onu ben
büyüteceğim.”...
Kendi kendine, “Bu papaz olacak,” diye söz verdi.
“Tanrı bana ömür verirse günün birinde Papa da olur.” (Marquez, 1993:186)
Fatma Hanım kocasının odasında okuduğu kağıtlarda
yazanlardan dolayı sinirlenir:
“Günah kâğıtlarını fırlatıp attım... bir daha küfür dolu
odasına bile girmemek üzere bu buz gibi odadan kaçtım.” (Pamuk, 1994:24)
Fatma Hanım, torunlarının eski gördükleri evini
yıktırıp yerine apartman yaptırma düşüncelerinden nefret eder. Onları dedeleri
gibi günahkâr görür. Çünkü onlar, Doktor Selahattin’in “Geleceğin İstanbul’u ve
dinsiz devleti” dediği günah batağı bir şehirden gelmişlerdir. Fatma Hanım, onların kendisinin günahsız ve
saf oluşundan da rahatsız olduklarını düşünmektedir. “Günaha gırtlağınıza kadar
batmak değil, başkasının günahsız kalabildiğini görmek daha çok acı verir
sizlere.” (Pamuk, 1994:199)
d)
Kadınların Kocaları Hakkındaki Düşünceleri
Ursula Iquaran ve Fatma Hanım kocalarını çılgın ve
çocuksu bulurlar. Kocalarına karşı verdikleri tepkiler ve kocaları hakkındaki
düşünceleri de benzerdir.
Jose Arcadio’nun yaptıklarından bıkan Ursula
çaresizdir:
“Sonunda, Aralık ayında bir Salı günü öğle vakti,
içini yiyip bitiren kurdu döküverdi ortaya. Düş gücünün gazabından ve
haftalarca uykusuzluktan harap düşmüş babalarının, buluşunu açılarkenki saygın
vakarı, çocukların gözlerinin önünden gitmedi daha: şunu hiç aklından çıkarma
sen ve ben birbirimizin düşmanıyız.” (Marquez, 1993:58–59)
Dr. Selahattin Darvinoğlu ise İttihat ve Terakki
hükümetinin uygulamalarını ve İttihat ve Terakki partisini eleştirdiği için
sürülür. Doktora, Talat Paşa, “Doktor Selahattin, sen İstanbul’da
oturmayacaksın ve siyasetle uğraşmayacaksın... Bizimle çok uğraştın... Partiye
atıp tuttun.” der.
José Arcadio’nun oğlu Aureliano da babası gibi
haksızlığa tahammülsüz, özgürlükçü bir özelliğe sahiptir. Sulh yargıcının
yaptığı hileli bir işe karşı çıkar. Ülke genelinde yapılan seçimlerden sonra
Mcondo’daki olaylar kasabanın sulh yargıcı aynı zamanda Aureliano’nun
kayınpederi olan Don Apilonar Moscote’nin kontrolünde yapılır. Don Apilar
Moscote hile yaparak liberal oyları az muhafazakâr oyları çok gösterince orada
bulunan Aureliano buna karşı çıkar ve “Ben liberal olsaydım, savaş çıkarırdım.”
der. Bu olaydan sonra muhafazakârlar ve liberaller arasındaki ayrımı pek
anlamayan ve iki görüş arasında tercih yapamayan Aureliano tercihini yapar ve
liberal olur:
“İlke de bir tarafı tutmak gerekirse Liberal olurum, muhafazakârlar
hileci düzenbaz.” (Marquez, 1993:98)
Aureliano tercihine liberallerden yana yaptıktan sonra
muhafazakârlara karşı uzun ve zorlu bir mücadeleye girişecektir.
Dr. Selahattin’in oğlu Doğan da haksızlığa karşı
tahammülsüzdür. Annesi Fatma Hanım onun bu halini bir türlü anlayamaz. Fatma
Hanım’ın tüccar veya mühendis olsun diye gönderdiği okuldan ayrılır siyasetçi
olmak için başka bir okula yazılır. Kaymakam olan Doğan Bey, karşılaştığı
haksızlıklara dayanamaz ve görevinden ayrılır. Doğan rahatsızlıklarını Fatma
Hanıma, şu şekilde anlatır:
“... Anne, dayanıyorum artık, hepsi iğrenç, çirkin...
Hayır, sen bilmiyorsun, hepsi iğrenç, kaymakamlığa bile dayanamıyorum artık,
orada zavallı köylülere fakir fukaraya şöyle yapıyorlar, böle eziyet
ediyorlar...” (Pamuk, 1994:68)
Doğan’ın Fatma Hanım’a anlattıklarından onun köylülere
yapılanlara karşı hınç ve nefret duyduğunu anlamaktayız.
Buendia ve Darvinoğlu ailesi üyeleri, büyükhanımlar
Ursula ve Fatma Hanım ve diğer bazı üyeler hariç tutulursa özgürlükçü ve isyankâr
insanlardır. Haksızlığa karşı mücadelecidirler. Buendia ailesinin üyeleri
haksızlıklara karşı fiili bir mücadeleye de girmekteyken Sessiz Ev’in ailesi
Darvinoğulları’nın daha çok düşünce ve duygu planında kaldıklarını görüyoruz.
Ailelerde nesiller boyu bir devamlılık söz konusudur.
José Arcadio’nun özgürlükçü kişiliği oğluna ve torunlarına da geçmiştir. Hatta
torunu Arcadio’nun oğlu Joseé Arcadio işçilere yapılan haksızlıklara
dayanamayıp işçi haklarını savunmak için sendika lideri olmuştur. Bu durumu
öğrenen Ursula torununun oğlunun yaptıklarını öğrenince “Tıpkı Aureliano” diye
haykırmıştır. (Marquez, 1993:299)
Darvinoğlu ailesinde ise nesiller boyu devamlılığın
Dr. Selahattin’le başlayıp Kaymakam Doğan Bey’le sürdüğünü ve zincirin son
halkasını da Nilgün’ün oluşturduğunu görüyoruz. Nilgün sosyalisttir ve amcaoğlu
Hasan’a “Manyak Faşist!” demesi ölüm sebebi olacaktır. (Pamuk, 1994:252)
Nilgün’ün dedesiyle başlayıp babasıyla devam eden bir
zincirin son halkası oluşunu, Fatma Hanım’ın hizmetini gören üvey amcası Recep’e
sorduğu, sorudan da anlamak mümkündür:
“Ne var Recep, bu dolapta?” dedi, Nilgün.
“Ivır zıvır küçükhanım,” dedim.
“Babanım, dedemin eskileri yok mu hiç?” dedi Nilgün.
(Pamuk, 1994:284)
e) Aile
Reisine Has Özelliklerinin Sonraki Nesillerde Devam Etmesi
Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanda geçen Buendia
ailesinin reisi Jose Arcadio’nun iki önemli özelliği vardır. Bu iki özellikten
biri soyundan olanlarda ortaya çıkar. Onun soyundan olan Jose Arcadiolar ve
Aurelianolar söz konusu iki özellikten birine sahip olurlar. İki özellikten
birincisi güçlülük ve yılmazlık, ikincisi ise gözlemcilik ve önsezililiktir.
“Bir Pazar günü akşamüstü saat altıda Amaranta
Ursula’nın doğum sanıcı tuttu... Amaranta Ursula gözyaşları arasından, oğlunun
iri yarı Buendilalardan biri olduğunu, bütün José Arcadiolar gibi güçlü ve yılmaz,
bütün Aurelianolar gibi gözlemci ve önsezili olduğunu gördü”. (Marquez,
1993:398)
José Arcadio’nun birinci özelliği mücadeleci
kişiliğinin ikinci özelliği ise bilimsel araştırma merakının altyapısını
oluşturur. Bu özellikler soyundan gelenlere de geçer.
Doktor Selahattin’in de Josée Arcadio’ya benzer iki
özelliğinden söz etmek mümkündür. Doktorun birinci özelliği kişiliği ve
haksızlık karşısında duyduğu rahatsızlıktır. Bu sebeple İstanbul’dan
sürülmüştür. Oğlu Doğan da kendisine çekmiştir. Doktor’un karısı ve Doğan’ın
annesi Fatma Hanım’ın ifadesiyle “...Tembel ve korkaksın değil mi baban
gibisin, insanlar arasında karışmaya cesaretin yok değil mi, onları suçlamak ve
hepsinden nefret etmek daha kolaydır. Annesinin bu sözlerine karşılık Doğan
Bey’in cevabı “... Hayır anne, hayır, sen bilmiyorsun hepsi iğrenç,
kaymakamlığıma bile dayanamıyorum artık...” olmuştur. (Pamuk, 1994:68)
Doktor Selahattin Bey’in ikinci özelliğiyse bilimsel
araştırma merakıdır. Doktor, bilimsel çalışma olarak ansiklopedi yazmayı
kafasına koymuş ve 30 yılını bu işe vermiştir.
“Artık İstanbul’a ansiklopedi bitince döneriz Fatma,
İstanbul’daki ahmakların siyaset dedikleri o günlük, küçük saçmalıklar bir hiç
kalır, çok daha derin ve büyük bir iş benim burada yaptığım, yüzyıllar sonra
bile etkisini sürdürecek inanılmaz bir görev… Ansiklopedisini otuz yıl yazdı.”
(Pamuk, 1994:23)
Doktor Selahattin’in bilimsel merakı ise torunu
tarihçi Faruk’a geçmiştir. Bir akademisyen olan Faruk tarih araştırmaları
yapar. Üniversiteden atılınca da dede mesleği ansiklopediciliğe başlayacaktır.
Beyaz Kale romanının Giriş bölümündeki Faruk’un açıklamalarından anladığımız
dedesine çeken bir yönünün olduğudur. (Pamuk, 1993:8)
f) Aile
Fertlerinin Yalnızlığı
Buendia ve Darvinoğlu ailelerinin fertleri tam bir
yalnızlık ve kimsesizlik duygusu içinde yaşarlar. Yalnızlık içinde ölürler.
Zaten bu iki aileyi konu edinen Yüzyıllık Yalnızlık ve Sessiz Ev adlı
romanların isimleri bile bu ıssızlık, kimsesizlik ve yalnızlık duygusu
uyandırmaktadır. Her iki ailenin tüm fertleri korkunç bir yalnızlık duygusu
içinde yaşarlar ve ölenler ölürken yalnızlıklarını içlerinden atmadan can
verirler. Buendia ailesinin bütün üyeleri yalnızlık içinde ölürler. Yüzyıllık
Yalnızlık adlı romanın sonunda ise Buendia ailesi bütünüyle yok olur. Hiçbir
ferdi sağ kalmaz. Darvinoğlu ailesi ise soyu kesilmiş bir aile olarak kalır.
Çünkü Fatma Hanım 90 yaşlarında bir ihtiyardır. Nilgün ölür. Recep bir cüce
olduğu için evlenemez. Recep’in kardeşi İsmail’in oğlu Hasan katil olup firar
ettiği için geleceğini karanlık bir belirsizliğe saplar. Faruk’un çocuğu
olmamıştır. Zaten karısı Faruk’u terk etmiştir. Metin ise ne yaptığını veya ne
yapacağını bilmez duruma düşmüştür. Darvinoğlu ailesinin fertlerini yalnızlık
ve acı kuşatmıştır.
Buendia ailesinin reisi José Arcadio bağlı bulunduğu
kestane ağacının altında yapayalnız can verir. Büyük oğlu Josée Arcadio karısı
Rebeca ile yalnız yaşarken ölürler. Joseé Arcadio’nun karısı yalnızlık içinde
ölür. Albay Aureliano Buendia, gücünün doruğuna erişmiş iken yalnızlık hissine
yakalanır. Yalnızlığı ve içine düşen üşümeyi ömür boyu içinde taşır. Bu ara
annesi Ursula’nın yalnızlığını yıkabileceğini düşünür.
“Albay Aureliano Buendia, acısını, yalnızlığını delip
geçmeyi başarabilen tek insan Ursula olduğunu fark etti.” (Marquez, 1993:171)
Fakat yalnızlık,
“… Başka insanlarla paylaştığımızı sandığımız zaman
mutlu olacağımızı sandığımız mutsu ve vazgeçilmez bir yalnızlıktır. (Pamuk,
1993:103)
Albay Aureliano Buendia da yalnızlığını aşamaz.
İşliğinde de süs balıkları yapıp dururken yalnızlık içinde ölür:
“Buendia ailesinin büyük kadını Ursula ise
yapayalnızdır. Yalnız ve onca kalabalık içinde yaşar. Yalnızlık içinde ölür.
Ursula cenazesinde bile yalnızdır.
“Ursula’yı, Aureliano’nun eve getirildiği sepetten pek
de büyük olmayan bir tabuta koydular. Cenazede çok az kişi vardı. Hem onu
hatırlayan çok az insan kalmıştı, hem de cenazenin kaldırıldığı gün öyle
sıcaktı ki, kuşlar nişan talimlerinde havaya fırlatılan tabaklar gibi duvara
çarpıyor, pencere tellerini delip geçerek yatak odalarında ölüyorlardı.”
(Marquez, 1993:333)
120’nin üstünde bir yaşta ölen Ursula hayat boyu
yaşadığı acı ve dertlerin etkisiyle ezilip büzülmüş iyice küçülmüştür. Öyle ki
torununun torunu Reneta Remedios’un (Meme) bebeği Aureliano’nun getirildiği
sepet kadar bir tabuta konur. Hayatını yalnızlık ve acı içinde geçiren bu
kadının cenazesinde ancak birkaç kişi katılır.
KAYNAKLAR
1-
PAMUK, Orhan, Beyaz Kale, 11. Basım, Can Yayınları, İstanbul 1993
2-
PAMUK, Orhan,
Sessiz Ev, 12.Baskı, İletişim Yayıncılık, İstanbul 1994
3-
MARQUEZ, G.G.,
Yüzyıllık Yalnızlık, 10.basım, Can Yayınları, İstanbul 1993
4-
MARQUEZ, G.G., Yaprak
Fırtınası, 2.basım, Can Yayınları, İstanbul 1994
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)