1 Kasım 2018 Perşembe

NEDENSİZ VE NETİCESİZ YAZMAK



NİÇİN YAZIYORUM?


Niçin yazıyorum? Bu sorunun cevabı, en az söz konusu soru kadar kadar basit. Niçin okuyorsam onun için yazıyorum. İnsan için yazmak bir ihtiyaç. Hele bu kişi mektep ve medrese görmüş, mürekkep yalamış biriyse zaten okuma yazması olmalı. Yani insanlar otobüsün nereye gittiğini nasıl okuyorsa, tren bileti alınca koltuk numarasını, hareket saatini neden okuyorsa ben de onun için yazıyorum. Tüm okuma yazma bilenlerin yaptığını yapıyorum. Cep telefondan kısa mesaj yazmak gibi, e-posta yazmak veya bir alışveriş formunu doldurmak gibi bir şey yazmak benim için. Hayatın içinde gayet doğal bir hadise. Sanırım -yok ya kesinlikle öyle- okuma yazmayı öğrendiğimden beri ben de herkes gibi -sizin gibi- okuyor yazıyorum.



İlkokul dönemi yazı deneyimlerim incitici olduğu için henüz onlarla yüzleşmeye hazır değilim. O nedenle önce lise sonra ortaokul dönemi birkaç yazma deneyimimi anlatmak isterim. -Eyvah eyvah! Sıra ilkokula da gelecek gibi, tedirginim bildiğiniz tedirgin- Lise 1 öğrencisiyken iddialı ve kendinden emin Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenim Ayla Hanım -hayattaysa sağlık ve mutluluk, öldüyse nur ve huzur dilerim- daha ilk dersinde tahtaya Yunus Emre’nin alıntıladığım şiirini yazıp bunun üzerine bir kompozisyon yazın demişti. O zamanlar cep telefonu olmadığı için -yokluk zamanlarıydı: cep telefonu yok, tablet yok, internet yok- gariban Hocamız biz kompozisyon yazarken cep telefonu ile oynayamadı -örgüyü de kendine yakıştıramıyordu diye düşünüyorum- ama çantasıyla oyalandı durdu. Türkçe dersinden Türk Dili ve Edebiyatı dersine geçmenin verdiği adölesan acemiliği ve erken mutluluk ile Türkçe dersinde ortaokul boyunca İlköğretim Haftası, Yerli Malı Haftası gibi konuları -bu konuların resim dersinde resimlerini yapar müzik dersinde de şarkılarını söylerdik, bu durum bütünleşik eğitim modeliydi sanırım- yazmaktan bıkmış biri olarak çok heyecanlanmıştım. Kompozisyonumu yazdım. Kompozisyonum 104 kitaptan -100'ü suhuf 4'ü büyük kitap malumunuz- biri olan İncil’den bir bölüm ile “Önce söz vardı… Söz Tanrı katındaydı… Ve söz Tanrı’ydı.” diye başlayıp sözün kutsallığını ve insanların dünyasına inişini, bu kutsallığın insanların dünyasında nasıl aşama aşama değerini yitirdiğini anlatarak devam ediyordu. Kompozisyonum “Söz; İsa kelimetullah’tı, Allah’ın elçisi ve mesajıydı ama sözü anlamayan insanlar sözü ve elçiyi mahkûm edip çarmıha germeye kalktılar.” biçiminde bitiyordu. Sonraki ders, sıra kompozisyonları okumaya gelince gönüllüler -efendim bu intihar timi içinde ben de vardım- yazdıklarını okudu. Arkadaşların kompozisyonları beklendiği gibi atasözü yorumu tarzında sözün değeri, tatlı söz, doğru sözlülük etrafında şekillenmişti. Sıra bana geldi ve yazdıklarımı okudum. Okumam bitince Ayla Hoca’nın yüzüne baktığımda beklediğim aferini alamayacağımı -ergen ve zeki çocuk olarak- anlamam zor olmadı. Hocanın yüzü kıpkırmızıydı ve gözleri de öfkeli olduğunu fazlasıyla gösteriyordu. “Eyvah, konu fazla dinî oldu galiba!” dedim içimden. O zamanlar Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin önemli bir bölümünde -ekseriyetinde mi deseydim- dine ve dine ait olana alerjik reaksiyonlar vardı. Hayır dert o değilmiş. Tam “Çok şükür Ya Rabbim, Hocam alerjik değilmiş!” diyecekken külyutmaz Hocam çok sert bir şekilde: “Bunu sen yazmadın!” dedi. “Yoo Hocam, ben yazdım.” deyince kadıncağız artık kırmızılıktan mora geçen yüzüyle “Hayır, bunu sen yazmış olamazsın!” dedi. “Neden Hocam, işte defterimde!” deme gafletinde bulundum. (Düşüncesiz ergen işte n'olcak!) Kadıncağız bunu kendine ayrı bir hakaret saydı. Bu yüzden 1.dönem boyunca sözlü ve yazılılarım 5-6 bandında dolandı. Sözlüyü anlıyorum da yazılıyı nasıl bu puana ayarladı -o bilimsel problemi ve çözüm yollarını, üst düzey ölçme değerlendirme tekniklerini- hâlâ anlamış değilim. Herhalde puanlarımı eksik vermemiştir. Kalbimden ve zihnimden geçse de kovalıyorum o zanları. Çağcıl bir Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeninin yanlı davranacak kadar öfkeli olabileceğine olasılık vermiyorum. Yine de Hocam -madem kendince haklıydı, alacağı olsun- keşke bir buçuk sayfalık düzyazıyı ezberleme yeteneğimden dolayı bari 8 verseydi. Aslında 7'ye razıydım teşekkür alırdım o dönem. 

Hocama şunu da anlatamazdım: Ortaokul 1. Sınıf öğrencisiyken tayini çıkan öğretmenimiz yerine 2.dönem Güzel Konuşma Yazma dersimize gelen Muhsin Hoca’nın -sağdır kendisi uzun ve sağlıklı ömürler diler ellerinden öperim- kompozisyon için serbest konu verince benim “Türkiye’nin komşu devletlerle ilişkilerini” seçtiğimi Muhsin Hoca’nın bana “Oğlum ben dersine girdiğim sürece tüm notların 10. Aha da ilkini not defterine yazıyorum!" dediğini ve notumun hep o olduğunu. Allah, Ayla Hocama acıdı ki benim kompozisyonlarıma maruz kalmaktan onu kurtardı. Hocam hamileliği nedeniyle -bana öfkesi hamile depresyonu olabilir miydi ki belki de uzağı göremiyordu miyop da olabilir- izne ayrıldı. Yerine gelen ismini hatırlamadığım Hocamız ise -Allah razı olsun ondan da- “Ülkemizin kalkınması için neler yapmalıyız?” gibi kışkırtıcı bir kompozisyon konusu verince herkes maddi kalkınmayı, sanayileşmeyi vs. anlatırken bir türlü akıllanmayan ben insani kalkınmaya ve bunun eğitimle olacağına dair yazdım ve derste okuyunca -mutlu tesadüf işte- edebiyatı da kurtardım. (Hocam da Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin şanını kurtardı.) Nihayet kompozisyonun iyisinden anlayan bir Hocamız olmuştu. Tabi bu mutlu günler yıllarca sürmedi. Üniversite dönemim başladı ben yazmayı unuttum.

Başta “Neden yazıyorum?” demiş ve cevaplamıştım. Sonda ise “Neden bu yazıyı yazdım?" diye sorayım. Blog yazılarım başladığında iki güçlü tepki aldım. Biri tebrik diğeri tenkit olmak üzere… Tebrik ve teşekkür eden arkadaşım “Çok güzel tadımlık yazılar, çeşni ve güzellik hissi uyandırıyor.” dedi ve ekledi “Ülke kurtarmaya kalkmadığın için teşekkür ederim.” Sert eleştiriler, büyük fikirler… O kadar iddialı olmaktan korkarım doğrusu. Bunu yapanlar zaten var. Benim için moral oldu arkadaşın söyledikleri. Tepkisini ortaya koyan diğer arkadaş ise Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni. (Yine mi?) Özetle söylediği şu: “Yazılarında çok şey söylemeyi istemişsin, hâl böyle olunca da bir şeye odaklanıp ona dair fikir edinmek, o şeyi hayret ve sevinçle incelemek şansını kaybediyoruz.” “Eyvah!” dedim “Öğretmenim zayıf not verdi bana.” Biraz düşününce anladığım ise şu oldu: Meslektaşım, yazıları okuyup çok şey anlamaya çalışmış hiçbir şey anlayamayınca da incelemesi hayret ve sevinçle sonuçlanmamış. Çok zorlamış kendini. Etimolojik incelemelerden başlayıp semantik boyutlara doğru genişleyen analitikler, bilimsel bir araştırmaların sonuç raporları ya da felsefi bir problematiğin kapsamlı bir tasviri gibi şeyler yok yazdıklarımda. Olmayacak gibi de görünüyor. Hissediyorum ben bunu. Yine de umarım tek izleğe odaklanmış bu yazım hayret ve sevinç artıcı bir teselli armağanı olarak hepimiz için bir köşede durur.

Bireysel ve kitlesel kurtuluş vaadi, bilimsel ve teknolojik ilerleme, para piyasalarında sörf  yapma veya ruhun gelişimi konularında da iddialı değilim. Hukuki bir ictihadda bulunma veya ilmihal yazma daha da ilginci bir eğitim bilimi teorisyenliği yapma derdim de yok. Zaten yeri de burası değil. Neresi onu da bilmiyorum. Başka ne yazsam ki? Bu arada anılarımı yazdım ama yayımlamıyorum. Bu yaşta anı yayımlamak yakışmaz. (Bunun iyi tarafı şu kendimi henüz genç hissediyorum kötü tarafı şu yayımlamadan emrihak vaki olursa anılarımı yayımlasınlar veya sakın ha sakın yayımlamasınlar diye vasiyetimin ne olacağına dair kararsızlık yaşıyorum. En iyisi yazı tura atsınlar yazı gelirse yayımlasınlar tura gelirse yayımlamasınlar para dik gelirse yarısını yayımlasın yarısını yayımlamasınlar.)

Ennetice okuyorum, izlenim kazanıyorum, çağrışımlarla keyif alıyorum aynı tadı paylaşmak isteyenlerle bunları paylaşmak istiyorum.




19 Ekim 2018 Cuma

BİR ŞEHRİ YAŞAMAK - II





ELMANIN DÜŞÜŞÜ VE SEMAVERİN YÜKSELİŞİ

“Amasya'nın elması
Elmaların en hası
Sen dururken neyleyim
Pırlantayı elması”
Dizelerinde dile gelen has elma da kalmadı has âşık da… Elma başka insan da başka… Sevgilisi için pırlantayı elması elinin tersiyle itecek kaç âşık kaldı ki? Artık Amasya’nın sembolü elma değildir. Yazar bu konuda şunları söylüyor: “Artık sığırımız Montofon veya Holstein; tavuğumuz Leghorn veya Newhempsire; domatesimiz Lucy veya Fantastic… Elmamız da Golden Delişiyöz veya Starking olmalıydı. Oldu da…” (s. 59)
Amasya denince akla elma gelmiyor artık. O günler geçmişte kaldı; türkülerde manilerde kaldı. Amasya denince akla semaver geliyor: “Kim ne söylerse söylesin, günümüzde Amasya denilince, akla elmadan önce semaver gelir… Amasyalı yemeğe çayla başlar, iftarını çayla açar. Semaver, sininin yanına yerleştirilen özel tahtında fokurdar durur. Sofradaki yemek çorbaymış, dolmaymış, yoğurtlu mantıymış, çeşit önemli değil. İllâ çay, illâki çay… Çay, yemekle beraberse açık içilir. Porselen demlikten alınan ilk demin adı ‘burun’dur. Sofra kalabalıksa, demliğe su çekilir. Buna ‘süzme’ denir. Sofra toplanır toplanmaz da, külhana kömür atılıp üstüne yedek demlik yerleştirilir.”(s. 64-65)





Amasya’da Gün Akşam

Bunca güzellemeye bunca söze ve hayranlığa karşı aklınıza Amasya’nın doğal olarak cennet gibi bir yer olduğu gelmesin, hayalinizde böyle bir yer canlanmasın. Çünkü Amasya hiç de öyle bir yer değil. Yazar da bunu çok net açıklıyor: “Amasya’da güneşin tepeyi dönüp de yalıboyunu aydınlatması sabahı iki saat sonraya; şehri vakitsiz terk etmesi de akşamı, bir o kadar geriye çeker. (s. 75) “Selağzında durup herhangi bir yöne doğru daire çizerek dönerseniz, etrafınızın dağlarla çevrili olduğunu fark edip bir tür hayal kırıklığına uğrarsınız. Bu şehir Amasya’dır ve insan daha ilk bakışta kendini, işlediği bir suçun cezasını çekmek için konulduğu hapishanenin aşılmaz duvarlarla çevrili avlusunda hisseder.” (s. 125) Amasya’yı Amasya yapan başka şeylerdir. Meseala tarih, mesela efsaneler, mesela gelenekler…




Şehrin Hâlleri ve Mezar

Şehrin birbirinden ayrı yüzlerce hâli vardır. Yazar bunu şöyle anlatıyor: “Şehirler kırık aynalara benzer. Gölgeler hangi parçasına düşerse orada görünürsünüz. Günü bir kahvede, bir parkta, bir cami avlusunda veya evinizin balkonunda geçirmek zorunda kalan bir ‘insan eskisi’ değilseniz, hayat şartları sürekli koşturmayı emrettiğinden, değişik kırıklar arasında çabucak geçmeniz gerekebilir.” (s. 99)

Amasya sevdalısı yazarın Sivaslı oluşundan dolayı Amasyalılığı sorgulandığında bir şehirde doğmanın oralı olmak için yetmediğini, bunun ispatının şehri yaşamak olduğunu söyleyen yazar bu konuda şöyle hitap ediyor okuyucuya “Şehirde yaşamak ayrı, ‘şehri yaşamak’ ayrıdır. İkincisi, biraz olsun, şehirle bütünleşmek demektir.” (s. 99) Yaşarken böyle diyen yazar, ölümünden sonra da mezarı ile boğazlarımıza düğüm atan sessiz ve güçlü bir mesaj vermektedir. Amasyalı olduğunun tartışılmaz ve kesin ispatı gibi bir abideye dönüşen mezarı ile ruhumuza bir Amasya çentiği atan Özkan Yalçın’a Allah’tan rahmet diliyor ve sizleri Yedinci Şehir’i okumaya davet ediyoruz.





BİR ŞEHRİ YAŞAMAK - I



AMASYA’YI YAZMAK

İnsanoğlunun başka varlıklardan ayrılan kurmak/inşa etmek gibi bir özelliği var. Bu kurma eylemi, somut olarak maddi bir şeyler kurmak olduğu gibi soyut olarak manevi şeyler kurmak da olabiliyor. Yeri geliyor inşa edilen şey, bir mimari eylem ile maddi olarak gözümüzün önünde ‘bir bina’; yeri geliyor bir söz kanalıyla ruhumuzun içinde ‘bir şiir’ oluyor. İnsanoğlu şehri kuruyor; evleri, ev içlerini, avluları, sokakları, caddeleri, meydanları kuruyor; bu işleri yaparken bir tarih de kuruyor. Şehre verilen isimle başlayan manevi inşa eylemi, maddi inşa ile birlikte yürüyerek sokaklara caddelere verilen isimlerle devam ediyor.

Kurulan şehirlerde verilen isimlerle kalmıyor insanoğlu; şehrin dağına, taşına, ırmağına kısacası her şeyine anlam ve hatıra yüklüyor. Yaşanan olaylarla kurgulanan efsane ve masallarla zenginleşerek devam ediyor kurma işi. Sembol isimler, zirve olaylar, anlatılar, masallar, türküler, efsaneler dolup dolup taşıyor tarih boyunca şehrin her yerinden. Zamanla şehirle ilgili dev bir hafıza oluşuyor. İşte Amasya, bu kurma eyleminin en güzel örneklerinden biri. Amasya deyince işte dağı delen Ferhat, işte sevgilisi güzeller güzeli Şirin. İşte Yeşilırmak, işte Çakallar…

Yedinci Şehir

Tüm bunlara söylememize neden olan şey elimizdeki kitaptır. Yedinci Şehir ismini taşıyor bu kitap. Yedinci Şehir, bir Amasya ve Amasyalılık kitabı. Kitabın girişinde ise şöyle bir söz var: “Ve, Amasya o şehirdir ki orda, doğmak kadar ölmek de saadettir.”

Kitapta Amasya’yı belgeleyen suluboya çalışması resimler de var. Bu suluboya resimler ile kitap daha bir güzelleşmiş. Resimler Mehmet Tektaş’a ait. Kitabın başında şöyle bir de ithaf yazısı yer alıyor: “Bu kitabı, burada başlattığı ömrünü başka kentlere taşıyıp götürenlerle; gönlünden bir o kadarını burada bırakıp giden başka şehirlilere ithaf ediyorum.”

Neden Yedinci?

Sultanlar fidanlığı olan bir şehzadeler kenti Amasya. O şehzadelerin eğitiminin çekirdek yeri. Osmanlı İmparatorluğun numune bir eğitim alanı. Şehzadelerin staj yaptığı bir şehir. Yazar bunu şöyle ifade ediyor: “Tut elinden en sevgili şehzadeni gönder Amasya’ya. Kavak çayırından Filingir Bağlarına tay koştursun. O has oğul ki, yarın bir Arap çöllerinde bulacaktır kendini, bir Viyana kapılarında…” (s. 17)

Yazar, Yedinci Şehir’in nasıl bir kitap olduğunu şöyle anlatıyor: “Yedinci Şehir, bir beldenin tarihi olamaz, hele coğrafyası hiç değildir… Yedinci Şehir, son dört bin yılı net olarak hatırlanan bir yerleşim birimiyle, o beldeye hayat emziren ve dünyanın kurulduğu günden beri hep bunu yapmaya çalışan bir ırmağın hikâyesidir. Yedinci Şehir öncelikle bir denemedir.” (s.13) Amasyalı olmayan birinin Amasya üzerine yazması ancak Amasya sevgisi hatta aşkı ile açıklanabilir. Bu şehir üzerine yazmak her anlamda cesarettir. Yazar da haddini bildiğini söylüyor; yazma şekil ve amacını da açıklıyor: “Yedinci Şehir, -daha siyah puntolarla belirtelim ki- bir yedinci şehirdir ve ilk altı şehre yeni bir halka eklemek gayesini gütmez. Beş Şehir gibi bir temel eserle, ‘Altıncı Şehir’ yazarının kıvrak kalemi yanında, bizim yaptığımız cüretkârlık bile sayılabilir.” (s.14)

            



            Sivas’ta Doğan Bir Yazarın Kaleminden Yedinci Şehir

Elimizdeki kitap, Amasya’ya Yedinci Şehir damgasını vuran bir kitaptır. Bir ‘şehirde yaşamak’ başka, bir ‘şehri bilmek’ başka, ‘şehri yaşamak’ daha başkadır. Bir şehirde yaşamak, o şehrin içinde bilinçli veya bilinçsiz bulunmakla ilgili bir şeydir. Bir şehri bilmek ise o şehrin adını cadde ve sokaklarını bilmekten öte bir şeydir. O şehrin o anki hâli kadar geçmişini acılarını sevinçlerini bilmekle ilgilidir. Şehri bilmek şehrin hafızasına girmek o hafızasını bilmektir. Bir şehri yaşamak ise bunların hepsiyle beraber ve bunların hepsinden daha öte bir şey. Şehri yaşamak, artık şehrin sembollerini çözmek ve şehirle bütünleşmekle ilgili bir durumdur. Bunun bir şehirde doğmakla hiç ilgisi yok. Şehri yaşamak için şehri bilmek ve anlamak gerekiyor. O şehri sevmek gerekiyor. Tüm bu şartlardan sonra şehri yaşamaktan söz edilebilir. Şehri yaşayanın ise ölümü de orada olur, mezarı da. Bir ‘şehri Amasya’yı yaşamayı’ hayatı ve ölümü ile ispatlamış, mezarı ile de şehirle bütünleşmiş bir yazarın kitabı Yedinci Şehir. Bu yönüyle de çok kıymetli.

Yedinci Şehir, Amasyalı olmayan birinin yazdığı Amasya sevgisi kitabıdır. Amasyalılar da yazarın Amasya sevgisini garipsediklerini vurgulamak adına yazara takılmadan durmamış. Yazar cevabında sitemlidir: “Amasya’da göreve başladığım günlerde, kendinin ağabey makamında gören bir cedit dost, bir köşeye çekerek, kulağıma “Amasya, Amasyalılarındır kardeşim, ne yapsan nafile…” diye fısıldamıştı. Olamazdı bu. Bana göre, Amasyalı olmak burada doğmak değildi. İnsanlar, ebeveynleri ile dünyayı görecekleri mekânları seçme hakkına sahip değildiler ama en azından gömülecekleri yeri beğenebilme hakları vardı… Ben geldiğim günden bu yana, kendimi Amasya’nın manevi bir evladı olarak kabul ettim ve hep öyle kaldım…” (s.14)

Özkan Yalçın’ın bu siteminden içinde bir ukde olduğunu anlıyoruz.  Özkan Yalçın; bir Amasyalı olmayı, Amasyalı sayılmayı, Amasya dostu olmayı yeterli görmüyor kendine ve tam bir Amasyalı olmanın -aynı zamanda herhangi bir şehirli olmanın- formülünü de açıklıyor: Bir şehirli olmak orada doğmak değil orada ölmektir ve mezarının orada olmasıdır. Özkan Yalçın hayatı ve ölümü ile de kendi formülünü ispatlıyor. İnsan sormadan edemiyor, Amasya adına böyle bir kitap yazabilecek kaç Amasyalı vardır ki? Amasya’da doğmak böyle bir çalışma yapmak için hiç de yeterli olmuyor; Amasya adına böyle bir iz bırakmaya, hele tarihe çentik atmaya yetmiyor. Böyle bir şey için Amasya’ya âşık olmak gerekiyor, dev bir birikim ve yetenek gerekiyor. Kısacası Amasya’yı yaşamak gerekiyor.







ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - IV


ŞEHRİN İÇİNDE OLMAK
Her birimiz zorunlu olarak bir şehrin içinde yer alıyoruz. Şehrin içinde olmadan yaşayamıyoruz. Hem toplumsallık eğilimimizin hem de medeniyetin zorlaması ve gereği bu. Şehrin içindeyiz fakat “Şehrin içinde olmak” ne anlama geliyor? “Nerelisin?” sorusuna “falan şehirliyim” cevabını takip eden “Neresinden?” sorusunun cevabı olabilecek “İçindenim” demek mi şehrin içinde olmak?
Şehrin içinde olmak, belki de şehrin herhangi bir yerinde olmaktır. Belki de vilayete veya resmî binalara yakın bir yerlerde oturmaktır. Öyleyse şehrin varoşlarındakiler şehrin ne kadar içinde? Daha mı dışında veya daha mı az içinde? Şehrin içinde olmak, şehrin iç taraflarında bir yerlerde sokak lambası ya da ilan panosu olmak değil herhalde. Öyle ya da böyle, her hâlükarda şehrin içindeyiz ve şehrin parçasıyız. Şehrin parçası olarak şehir için ne anlam ifade ediyoruz? Ha bir eksik ha bir fazla, varlığı fazlaca anlam ifade etmeyen ve bunun da farkında olmayan basit birer malzeme miyiz yoksa?
Şehrin içinde olmak belki de şehirdekileri tanımak ve onlarla ilişkili olmaktır. Şehirdekiler kimlerdir? Yani kim bu şehrin sakinleri? Ne iş yaparlar? Şehrin sakinleri aslında gündüzleri hareketli, geceleri sakindirler. Şehir sakinlerinin bir kısmı ise geceleri tempolu ve hareketli, gündüzleri sakindirler. Bazıları ise hep sakindirler: hastalar, ölüler, bir de tembeller. Bu kadarını herkes biliyor. Ya diğerleri? Bilmeden, fark etmeden yaşadığımız şehrin çok yüzü olduğu gibi çok değişik sakinleri de var: Sokakta yatıp kalkanları, köprü altı konukları, içmek için izmarit toplayan 10 yaş ortalamasında kız çocukları, komşusu açken şehir şehir sefalet içinde kıvranırken tok yatanları. Şehrin içinde olmak belki de onların dertlerine ortak olmaktır. Hiç olmazsa onları bilmek ve acılarını yüreğinde hissetmektedir.
Şehrin içinde olmak belki bunların hepsi, belki de hiçbiri. Aslında şehrin içinde olmak, şehri tanımak ve şehrin ruhunu algılamaktır. İçindelik şehrin mantığını kavramak, işleyişinin özünü hissetmektir. Şehri tanımak, kendini bilmektir. Kendini bilip şehrin içindeki yerini anlamaktır. Şehrin içinde olmak, şehrin bilgisine sahip olmaktır. Şehri anlamak için kendini anlamak; kendini anlamak için şehri anlamak gerekiyor. Paralel yürüyen şehrin ve insanın bilgisiyle ulaşılan toplumsal bilinçtir, şehrin içinde olmak. Sonrası ise aydınlık ve kurtuluş yolunu görmek ve işaret etmektir.
Şehrin içindeliğini fark etmeyen için hangi şehirde olduğu da anlam ifade etmez. Çünkü şehrin içinde olmak hayatın içinde olmaktır. Kullanılmamış bir beyin ve yürek sahibi olmanın korkunçluğunu fark edemeyen insan, elbette, şehri anlayamayacak hep eğreti bir varlık olarak, bir yük olarak yer alacaktır, şehirde ve hayatta. Şehrin içinde olmak doğal mecburiyetimiz. Şehrin içindeliğimizi fark etmek ise var oluş misyonumuzun mecburiyeti.

ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - III


ŞEHRİ DÜŞÜNMEK
Şehri düşünüp, şehri konuşuyoruz. Çoğu sohbet ve yazılarımızın konusunu şehir oluşturuyor. Şehir üzerine geliştirilen ya da yoğunlaşılan bunca düşüncenin sebebi nedir? Bu soruya farklı cevaplar vermemiz mümkün.
Eskilerden beri şehir, düşünce adamlarının düşünce nesnesi olmuş. Sanat adamlarının eserlerinde ise bir konu ve malzeme… Somut işleri olan sanat adamları; mimarlar, oymacılar, mobilyacılar, peyzajla uğraşanlar şehri güzelleştirmek için uğraşmışlar. Soyut meselelerle uğraşan sanatçı ve bilginler de öyle. Mimar Sinan, Selimiye’yi, Süleymaniye’yi ve diğer eserlerini inşa ederken bunu düşünmüş. Farabi Medine-i Fazıla’yı yazarken “Erdemli Şehri” düşünmüş. İbn-i Haldun şehir ve şehirliler konusunda medenililik ve bedevililik bahislerine girmiş, sosyolojik incelemeler ve düşünceler üretmiş. Öyleyse, şehir üzerine düşünmek gibi bir gelenek var ortada ve o geleneğin devamı olarak şehri düşünüyoruz.
Şehir, medine, site veya kent üzerine düşünmemiz modernleşememiş, feodal dönemde kalmış, imparatorluklar çağını yaşayan bir hâlin eseri de olabilir. Mekân olarak aynı mekân, dünya aynı dünya ama zaman, modern zaman. Belki şehri böyle boyutlu düşünmek  anakronik bir vak’a olarak çıkıyor karşımıza. Belki de nostalji. Çünkü zaman modern ulus-devlet zamanıyken, mekân ulus-devletin üzerinde konumsallaştığı bir coğrafya, belli bir toprak yani dikenli tellerle pasaportlarla çevrili bir toprak parçası iken şehri düşünmek bir tür gerilik alameti olabilir. Tam tersine, bazı yerlerde çok sağlam olmasına rağmen prototiplerine baktığımızda gördüğümüz, modern-ulus devletin değişimiyle küçülen yönetim gücü ve katı sınırlarla belirlenmiş toprak anlayışına karşı bir düşünce olarak, ileri bir aşama veya postmodern bir durum da olabilir. Her şeye rağmen şehri düşünmek moderne bir isyan gibi duruyor. Çünkü şehir, sınırları tel örgülerle belirlenmiş toprak anlayışlarına karşı duruyor. Şehirler, tel örgülerle birbirinden ayrılamayacak ve etkileri vizelerle sınırlandırılamayacak kadar kardeştirler. Semerkant, İsfahan, İstanbul, Bursa, Saraybosna, Belgrad veya Viyana akrabadır birbirine.
Yenilmiş medeniyetin çocukları olarak yeniden diriltmemiz gereken tarihi sorumluluklarımız bize şehri ve şehirlerimiz düşünme görevi de veriyor. Çünkü mirasını devraldığımız değerler bir şehirde hayat bulmuş, şehirli insanlara hitap etmiş, şehirde kurumlaşmış; önce adam gibi bir şehir medine, sonra medeniyet olmuştur. Buna dayanarak diyebiliriz ki:
Şehri düşünmek, yapay bir kavramlara ve onlarla düşünen insanlara ve onların yönetimi olan sınırlarla belirlenmiş daracık geniş olsa bile bunaltıcı yerleşimlerine karşı, bir güzel site ve şehirlerin birliği arayışıdır.

14 Ekim 2018 Pazar

ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - II


ŞEHRİ DIŞINDAN GÖRMEK

Bir şehri anlamanın yolu, onu içinden ve dışından görüp tanımak olmalı. Öyleyken hep içindeyiz şehrin. Hayatın ve şehrin akışı içinde kaybolup gitmişiz. İçindeliğimiz, şehri tanımak anlamına gelmez. Hücrelerin, organizmanın bütününü kavrayamaması gibi bir şey bu. Şehrin dışındalığımız, şehri tanımak için bir fırsat olabilir belki. Fakat şehirden de ayrılmıyoruz. Kısa süreli çıkışlarımız da mecburen. İş icabı. Bu mecburi çıkışlarımız bir an önce tekrar şehre dönmek için. Özellikle hafta sonlarına denk düşen kimi çıkışlarımız da bir âlem. Şehri de götürüyoruz, beraberimizde: Meşrubat şişeleri, naylon poşetler, plastik kaplar, hazır yiyecekler. Hafta sonları, şehrin dışında yüzüyle ve ruhuyla şehrin misyoneri gibiyiz. Kendimizi kaybetmişiz şehirde.

İçinden anlamadığımız şehri dışından anlamak için elimizden geleni yapıyoruz ve kaybediyoruz. Aslında, bir an için “şehri dışından görmek” şehri anlamanın fırsatıdır. Bu nasıl bir şeydir? Kum tepelerinin ardından seherde veya akşam vaktinde bir şehri görmektir. Şehrin siluetini, ovada veya vadideyse bir tepeden ya da tepede veya bir dağın eteğindeyse ovadan seçmenin verdiği o garip duygudur. Zamanın çarmıhında gerili olarak, kadim medeniyetlerin yıkımını izlemek gibi bir şeydir. Uzaktan piramitleri ya da Newyork gökdelenlerini seyretmek, Bin Bir Gece diyarını görmek gibidir. Dün ve bugünün o karışık tadı. Bu havayla şehir, en iyi dışından anlaşılır aslında. Çünkü bilincin uyandırılışıdır bu ve belki de Mekke ve Hira’dan görünüşü.

Doğuştan şehrin dışında olanlar veya şehri terk edenler şehri dışından görebiliyor mu? İçindekilerden pek farkları yok onların da. Bir hatanın iki yüzü gibiler. Şehrin dışındakilerin kimi kaçmış şehirden. Yani kendilerinden. İnkâr etmişler, toplumsallıklarını. Ruhlarının meylini kırmışlar. Ruhunun meylini kırandan şehri anlaması beklenir mi? Şehrin dışında doğup yaşayanlar ise zaten şehir dışı olanlar. Onlarsa şehrin sempatizanları, şehrin potansiyel insan depoları. Bir biçimde de şehri besleyen damarların kanları. Dağdan şehre dökülen insan nehirleri. Onlar, çok geçmeden erozyonla topraklarından kopup şehre gelmek zorunda kalanlar. Bilinçsiz gelişleriyle, şehri şehir olmaktan çıkaranlar. Geldiklerinde şehri anlamak gibi bir lüksleri hiç olmayacak, çünkü onlar mekân olarak en merkeze bile gelseler şehrin kenar konukları. Onların, şehri içten de dıştan da anlamaları çok zor. Kendilerini şehre taşıyan fiziksel ve ruhsal erozyona direnmeye çalışacaklar hep ve kimi zaman şehre duydukları sempatiye lanetler ederek kimi zamanda komplekslerini meziyet sanarak.

Kim anlayacak şehri? Şehri dışarıdan gören. Yoksa şehir mekanikliği içinde basit bir parça durumuna düşürmüştür insanı. İnorganik bir madde. İnsan dediklerimiz şehrin kaldırımlarından, parke taşından farksız varlıklar çoğu zaman. Kendini anlayamayanın şehri anlaması mümkün mü? Organikliğin ispatı, canlılığın şuuruyla olabilir ancak. Şehri tanımayanın kendisini bilmesi, özünü ve kendini bulması, şehrin ruhunu arayıp bulmakla koşuttur. Bu keşiften sonra ancak, şehre tekrar katılıp şehri dönüştürmek mümkündür.
İnsanın şehri, dışından görmesi, kendini dışarıdan görmesi kadar zor. Ancak, kendini aramaya başlayan, anlamını sezip kavrayan insan; şehri dışından görebilir. Bir de şehri, epey dışından çok uzaktan, mesela aydan görmek de vardı, onu da düşünüp yazmıştık.

13 Ekim 2018 Cumartesi

UNUTMANIN "SU"LARI - IVAN ILLICH





H2O VE UNUTMANIN SULARI

Çevremizdekileri düşünmeye ve değerlendirmeye başlayınca, bize en çok gereken şeyleri ne olduğunun da adını koyarız. Aslında bunları biliriz; ama zaten elimizin altında olduğu için değerini takdir etmeyiz. Onları kaybedene kadar da bu tavrımız devam eder. Balıkların suda yaşayıp da suyun ne olduğunu birbirine sormalarındaki gafillik değil kastımız. Suda yaşamayı ve suyun kıymetini bilmek ve nimetin hakkını vermektir kastettiğimiz. Bu nimet ne mi? En başta üç şey: Hava, su, ekmek…

Su üzerine düşünmek nedense pek aklımıza gelmez. Su üzerine düşünceler içeren kitap, bu noktada ilginç ve oldukça cazip. Hele ismi suyun kodları kimyasal kodları olan H2O adını taşıyorsa tam anlamıyla kışkırtıcı. Bu nedenle H2O’yu elinize aldığınızda kitabı inanılmaz bulup evirip çeviriyorsunuz.

Su işte… Hem çok basit hem çok yalın hem de çok önemli ve derin… “Evet” diyorsunuz “su işte” ama sonra ekliyorsunuz: “Bu konu düşünülmeye konuşulmaya yazılmaya ve okunmaya değer bir konu. Çünkü konu: su…” Arka kapak yazısını okuyunca da kitabın cazibesi bir mecburiyete dönüyor: “Kenti çevreleyen su borularında dolaşan, kimyasal yapısı H2O olan, işlevsel olarak suya benzeyen o sıvının; insanın tarih boyunca su olarak bildiği, yaratılışın ikinci gününde ikiye ayrılan, vaftiz eder ve abdest alırken ruhu arıtan, antik felsefede tözlerden biri olan, pınarlardan çağlayan, ırmaklardan akan; yani temizleyen ve arıtan o şey ile aynı olduğundan emin misiniz?” Bu noktadan sonra dönüş yok bu kitabı okuyacaksınız. Okunmaz geçilemez bu kitap artık anlıyor ve kabul ediyorsunuz. Kaderinize razı olup Ivan Illich’in kitabını okumaya başlıyorsunuz.




Ivan Illich Kimdir?

Ivan Illıch, yirminci yüzyılın en çok tartışma yaratan düşünürlerinden biriydi. Modern hayatın kökenlerine ve temel dayanaklarına yönelik radikal eleştiriler getiren Ivan Illıch, çevreci hareketleri ve yeşilleri de derinden etkilemiştir. Illıch, Endüstriyalizmi, tüketim toplumunu, hızı, enerji kullanım biçimlerini kurumsallaşmanın yıkıcı sonuçlarını, kısaca modern Batı uygarlığının tartışılmayan kabullerini kıyasıya eleştirmiştir.

Eserleri ve Faaliyetleri

Illıch, 1970’lerin ilk yarısında birbiri ardınca yayımlanan kitaplarıyla modern toplumu kuşatan endüstriyel kurumların radikal eleştirilerini yapmıştır. Okulsuz Toplum, Şenlikli Toplum, Enerji ve Eşitlik, Sağlığın Gaspı gibi kitaplarında modern toplumlardaki okul, motorlu taşıtlar, enerji kullanımı ve tıbbi bakım kurumları üzerine eleştirilerini geliştirmiştir.

CIDOC (Kültürler Arası Dokümantasyon Merkezi)

Ivan Illıch, “İnsanların sahip oldukları cevapları tamamlamak için değil, kafalarındaki soruları yeniden kurmak için devam ettikleri özgür bir kulüp” olarak tanımladığı Kültürler Arası Dokümantasyon Merkezi (CIDOC)’ni Meksika’nın Cuernavaca şehrinde açmıştı. CIDOC, faaliyette bulunduğu yıllarda kilisenin mevcut politikalarına karşı itirazların yükseldiği yerlerden biri olmanın yanı sıra, hem Latin Amerika’daki diktatörlüklere ve ABD politikalarına karşı muhalefetin merkezlerinden, hem de dünyanın alternatif entelektüel çevrelerinin ilgi odaklarından biriydi. CİDOC, çalışanları tarafından resmî açılışının onuncu yılı olan 1976’da, kuruluş amacının büyük ölçüde ortadan kalkması ve “fazla prestijli bir yer hâline gelerek” kurumsallaşma tehlikesi taşıması üzerine büyük şenlik yapılarak kapatıldı.

Illich’in Düşünceleri

Bir sosyolog, filozof veya tarihçi olmayan Illıch, tamamlanmış bir düşünce sistematiği kurmamıştır. Genelde kısa risaleler yazmış, ortaya radikal sorular atmış, önemli bir kesimin ve belli bir kuşağın düşünme biçimin derinden etkilemiştir. Illıch, cevaplardan çok sorulara odaklanmıştır. Bir söyleşisinde son soru olarak kendisine “Başka sorum yok, sizin vermek istediğiniz başka cevap var mı?” denilince Illıch, “Teşekkür ederim, umarım kimse söylediklerimi cevap olarak almaz.” demiştir.

Illıch’e göre modern dünya ve endüstriyel kurumların yarattığı insan yozlaşmanın görüntüsüdür. Bu anlamda Illıch, kaybolan bir dünyanın, artık olmayan bir insan neslinin gecikmiş sözcüsü gibidir. 90’lı yıllarda yakalandığı ve herhangi bir tıbbi tedaviyi kabul etmediği kanser hastalığı nedeniyle 2 Aralık 2002’de Bremen’de ölmüştür.

H2O’nun Ön Sözü

Suya mühendislik mantığıyla yaklaşılan ve bu mantığın içme suyu sağlanan göllerin yüzeyini buharlaşmayı önleyecek ince film tabakalarıyla kaplamayı düşünecek kadar uç noktalara vardırıldığı; ekosistemde süregelen su döngüsünün en önemli olgusu olan buharlaşmanın bile uygarlığın hasımlarından biri hâline getirildiği bir zamanda H2O ve Unutmanın Suları, ilginç bir okuma deneyimi.
Günümüzde su; tümüyle ticari bir meta haline gelmiş durumdadır. Şişelenip satıldığında da kaynakları özel şirketlere tahsis edildiğinde de görebiliriz bunu. “Hava bedava, su bedava” dönemi, çok ama çok gerilerde kaldı. Bundan daha kötüsü su; doğal ritmini yitirip yağmadığı için barajlarımızın rezervini yok eden, topraklarımızı kurutan ya da aşırı miktarda yağdığı için sellerle kasırgalarla insanları öldüren bir düşmana, muhtaç olduğumuz için de modern insanı öfkelendiren bir kimyasal formüle dönüştü.
Ivan Illıch, Türkçe baskı için yazdığı ön sözde sözlerinin bir gün Türkçe okunacağını aklının ucundan bile geçirmediğini, H2O ve Unutmanın Suları’nı Dallas’ta bir eğlence gölünün yapımı üzerine bir şeyler söylemesi istendiğinde oluşturduğunu anlatıyor: “Su, yalnızca görüşümü belirlemede bir araçtı.” diyen Illıch, asıl amacını şöyle açıklıyor: “Okurlarımın, maddeyle ya da bedensel sıvılarla ilgili olsun, etle veya ateşle ilgili olsun, en temel duyusal algıların bile zaman içinde değişime uğradıklarını ve farklı geleneklerde farklı şekillere büründüklerini bizzat okuyarak yaşamalarını istedim.”
Türkiye’deki yayımcının, kendisinden bir ön söz yazmasını istemesinin ona suyla ilgili bin bir rüyanın kapısını açtığını söylüyor Illıch. Ayrıca, istenen bu yazıyı yazmak için kütüphaneye gidip orada birkaç gün “İstanbul’un suları”na daldığını belirtiyor: “Sadece yüzeysel olarak inceleyebildiğim halde 9 ciltlik Lane Poole’daki “ma” birleşimlerinin zenginliği kısa sürede beni sarhoş etti. Hanefilik mezhebindeki suyla ilgili yasaların inanılmaz yalınlığından çok etkilendim. Osmanlı (tatlı-sert) siyasetindeki bilgelik ve İstanbul’un su tesisatının kurulmasında gösterilen üstün başarı, beni derinden etkiledi… İslam’ın suları ve Osmanlı kaynaklarının ihtişamı karşısında hayretler içinde kalıp bir çocuk gibi dilim tutuldu.”




H2O ve Unutmanın Suları

Ivan Illıch, H2O ve Unutmanın Suları’nı Dallas Kent Gölü konusunda kendisinden bir şeyler istenince yazmaya başlamış. Kitabın başında “Suyun doğal bir güzelliğe sahip olduğu ve bu güzelliğin kamu ahlakını etkilediği, her ne kadar bilinen bir gerçekse de her zaman dile getirilmez.” diyerek konuya giriyor. Ardından doğanın dişi elementi olarak algılanan suyun, Viktorya döneminin hijyenik kadın imajıyla bağdaştırıldığını söylüyor: “Kültürel bir simge olarak kadının çıplaklığının banyo odasının musluğuyla birleştirilmesi ise 19.yüzyılın sonlarına rastlar. Banyoda sabunlu suyla dişi çıplak arasında kurulan yakın bağ, hem suyu hem de teni evcilleştirdi. Su, evin içindeki borularda dolaşan bir maddeye, dişi çıplak da doğmakta olan bu evcil çevrenin tanımladığı yeni cinsel mahremiyet fantezilerinin bir simgesine dönüştü.”
“Su”yun ev ve şehir içinde dolaşımına bu şekilde atıfta bulunan Illıch’e göre dolaşım fikri çok yenidir. “Dolaşım fikri, yerçekimi, enerji koruması, evrim ya da cinsellik fikri kadar yeni ve temeldir… Dolaşımın atfedildiği ilk sıvı kan olmuştur ve kanın dolaştığını ilk telkin edenin İbnün Nefis olduğu varsayılır. On sekizinci yüzyılın başında -fikirlerin dolaşmaya başladığı Fransa haricinde- dolaşım terimi tıpta botanikçilerin özsuyun yükselişinden söz ederken kullandıkları anlamda kullanılırdı. Sonra birden 1750’lere doğru, servetler ve para dolaşmaya başlar, bunlardan sıvıymış gibi söz edilir. Toplum kanal sistemi şeklinde tasarlanır durur. Fransız Devrimi’nden sonra sıvılık baskın çıkan bir eğretilemedir artık: Fikirler, haberler, söylentiler dolaşır durur. 1880’den sonra da sıra taşıtlara, havaya ve elektriğe gelecektir. On dokuncu yüzyılda İngiliz mimarlar, kent içinden söz ederken aynı imaja başvurmaya başlarlar…. İnsan bedeniyle toplumsal yapı örneği kent de artık borulardan oluşan bir ağ olarak betimleniyordu.”
Tarih boyunca kentlerin pis kokan mekanlar olduğu apaçık ortadır.” diyen Illıch, kokusuz kent ütopyasının dolaşım fikri sonrası ortaya çıktığını söylüyor. Hatta hem temizlenme hem de arınma aracı olan suyla Batılı insanın ilişkisi noktasında ilginç bilgiler veriyor: “1930’lu yıllara kadar, Fransa ve İngiltere’nin birçok bölgesinde küçükler asla yıkanmazlardı; anneleri onları tükürükle ıslatılmış bezle silerdi. Birçok yerde, insanların yarısından çoğu; yaşamları boyunca banyo yapmamışlardı; doğduklarında ve ölümlerinden sonra yıkarlardı onları.”



Başka kültürlerde, en azından haftada bir yıkanma ayini olduğunu da belirten Illıch, Batılıların su ile yakın temasının ancak, su tesisatı sisteminin Amerikan evlerini bol suya kavuşturması ile ortaya çıktığını da söylüyor. Aynı şekilde, kitabında; koku ve koklama üzerine de ilginç bilgiler veriyor. WC’nin, helanın, yüz numaranın gelişimine dikkat çekiyor.
“Yaşamak”la “oturmak” arasında bütün kültürlerde ilginç bir şekilde birbirine yakın olduğunu söyleyen Illıch; birinin varlığın zamansal diğerinin ise mekânsal niteliğini belirttiğini anlatıyor. Eskiden aynı şey olan bu iki kavramın arasında, artık uçurum olduğundan bahsediyor ve özelde Dallas şehrindekiler genelde ise tüm modern kentliler için “Oturma’nın ne olduğunu hiç bilmeden doğar, büyür ve ölürler.” diyor. Kitap boyunca; Dallas’ta yapılacak eğlence göletinin kendisine çağrıştırdıklarının bunlar olduğunu, önce bunları düşünmek gerektiğini ifade ediyor. H2O hakkında özet ve sonuç olarak diyor ki: “Çoğu insan bu suyu çocuklarına içirmez. H2O’yu temizleyici bir sıvıya dönüştürme işlemi tamamlanmıştır. Yirminci yüzyılın imgeleminde su, içinde barındırdığı o yüce arılığını verme yeteneğini, manevi kirden arındırmaya yarayan o mistik gücünü yitirir. Artık, teknik ve sınai bir temizlik maddesi, zehirli bir içecek ve deriyi yıpratan bir sıvıdır…H2O ve su birbirine zıt şeyler olmuştur.”
Modern insanın su ile ilişkisi üzerine eleştirel bir kitap olan H2O ve Unutmanın Suları, hayret ve soru kazandırmak için okuyucusunu bekliyor. Anlaşılan odur ki Ivan Illıch’i okudukça ve araştırdıkça heyecanımız kadar sorularımız da artıyor.


12 Ekim 2018 Cuma

DON KİŞOT: HER ZAMAN VE HER YERDE YENİDEN YAŞANAN ŞİİR


DON KİŞOT: HER ZAMAN VE HER YERDE YENİDEN YAŞANAN ŞİİR

Bazı kitaplar vardır nerde ne zaman okunursa okunsun her seferinde bambaşka tatlar vererek apayrı, yeni ve zengin anlamlar kazanır. Bu kitaplar, asırlar geçse de kendi değerini korur. İşte Cervantes tarafından kaleme alınan Don Kişot böyle bir eserdir ve bu nedenle de bir klasiktir. Don Kişot her açıdan edebî eserle bilimsel eser farkını yansıtıyor. Don Kişot, fotoğrafların an’ı yansıtıp bir şekilde tüketilmesine karşı; tablolar gibi eskimez her dem yeni tablo gibi. Garaudy’nin “Don Kişot Yaşanmış Şiir” adlı kitabındaki ifadelerle bu durum şöyle anlatılıyor: “Bu efsane (Don Kişot) geçmişe ait değildir. O, geçmişi, geleceği ve şimdiyi içinde barındırır. Tarihin determinizmlerini kırarak ve insana geleceğinden sorumlu olduğunu hatırlatarak tarihi sorgular.” (s.26)

Don Kişot, Batılı ve katı bir perspektifle bize realite/gerçek diye sunulanlara karşı sesi, çağlar boyu yankılanacak bir isyandır. Çünkü böyle bir gerçek yoktur, bu gerçek iddiası sadece ve sadece amaçsız bir menfaat ve dünyevileşme arzusudur. Bize gerçek diye sunulan, merhamet ve paylaşma sevinci gibi duygulardan yoksun bir sömürü hırsıdır: “Realite adını vermekte görüş birliği ettiğimiz şey, kuruntu ve yalandır. Aslında bunu şöyle adlandıracaktık: İnsanın yabancılaşması. İlk defa Shakespeare ve Cervantes bağırdılar: “Kral çıplak!” Sizin gerçeğiniz sahte bir gerçektir. Anlamsızdır, çünkü gayesi yoktur!” (s.36)

Hayatımızda veya hayatımızın kısa da olsa en azından bir bölümünde hayal ve ideallerimizin gerçeklerden daha ön planda olduğu bir dönem olmuştur. Özellikle çocukluk ve gençlik dönemlerimizde yaşadığımız bu ruhsal Don Kişotluk çok özel bir durum olarak düşünülmelidir. Bu hususta da şöyle diyor Garaudy: “Haklı bir davaya inanmışsanız, bedeli ne olursa olsun, onun uğrunda sonuna kadar mücadele etmelisiniz. Bu durumda eyleminizin karşınıza çıkardığı her durumu da göğüsleyebilmelisiniz... Benim açımdan dünyanın en büyük günahı, umutsuzluğa kapılmaktır. İman sahibi olmak ise, fırtına ve kasırgalara rağmen sabaha ereceğinize ve günle buluşacağınıza inanmak demektir…” (s.13)

Her idealist bir parça Don Kişot değil midir? Her anlamda imkânsızı isteyen ve ona talip olan bir adam Don Kişot… Atı, sevgilisi, yardımcısı, her şeyi ve her durumu ile imkânsızın taliplisi… Onun mücadelesi; realizm ile hayalperestlik arasında bir yerlerde durur. Don Kişot’tan çıkardığımız ders bir insanın nereden geldiği değil nereye gittiğinin önemli olduğudur. Ya da başka bir ifade ile insanın nerede olduğu ve ne yaptığı değil ne yapmak istediğinin önemli olduğunun resmidir. İnsan irade sahibi bir varlıktır; kendisine ve kendi hayatına seçimleri ile anlam kazandırır: “Eserinin kaynağı, canlı kökeni, bir doğum olgusu değil, aksine tarihi bir tecrübeden hareketle, bir yaşama ve düşünme tarzının seçimidir.” (s.19) İnsanın hâlinin değil de gayesinin önemli olduğu gerçeğini vurgular her yönüyle Don Kişot… “Asaletin kanla değil, sadece faziletle edinildiğini ilan eden şövalye için soyunun ne önemi var!” (s.18)

Uzun ömrü boyunca hep ideallerinin ve hayallerinin peşinde koşmuş bir eylem adamı ve düşünür olarak Garaudy’nin Don Kişot üzerine yazdığı kitap okuyucu olarak bizleri heyecanlandırıyor. Kitap, Don Kişot üzerine olduğu kadar Cervantes üzerine yazılmış bir eser. Garaudy, Don Kişot için “Yaşanmış Şiir” alt başlığını kullanıyor. “Benim Üstadım Don Kişot’tur. Yirmi yaşından itibaren kendime rehber edindim ben onu. İdealin gerçekten daha doğru olduğuna inanan Don Kişot’u. Hiçbir fırtınanın baş eğdiremediği o kahramanı…” (s.13)

Don Kişot’un macerasının daha doğrusu mücadelesinin komik bulunması veya öyle zannedilmesi konusunda da şöyle diyor: “Don Kişot, o Ermiş Şövalye, paranın yeni bir hükümdarlığının doğuşuna kucak açan bir asrın bütün kurumlarıyla, cesaretini ve umudunu kaybetmeksizin “ha bire” çarpışır. Öylesi bir asırda, korku ve ayıplanma nedir bilmeden yapılacak böylesi bir âlicenaplıksa, elbette artık sadece alaya alınmakla ve başarısızlıkla sonuçlanabilirdi.” (s.14)

Kitap boyunca Don Kişot örnekliğinde Sanco Panza’nın tanıklığında Cervantes’in üretkenliğinde bir bütüncül durum ortaya çıkıyor. Bu bütüncül durum bir Endülüs’e Ağıt ortaya çıkarıyor. Çünkü Endülüs; Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi farklı dinlerin mensuplarının, her soydan ve her inançtan insanın kültürel bir zenginlik ve farklılıklarıyla uyum ve birliktelik içinde yaşadığı bir medeniyet örnek bir kültürdü: “Müdejarların (İspanyol vatandaşı Müslümanlar)  mahallesinde çuhacılık yaptı dedesinin babası Cervantes’in…“Gırnata, Kurtuba, İşbiliye/Sevilla ve Armada için zeytinyağı ve buğday toplayıcısı olarak adım adım dolaştığı bütün Endülüs, Marcellino Menendezy Pelayo’nun yazdığı gibi, Cervantes’in ‘deneyiminin gerçek alanı ve ruhunun gerçek yurdu’ oldu. Cervantes, Endülüs geleneğinde en esaslı noktaları dillendirir: Hoşgörü ve daha da ileri noktadaki evrensellik duygusu gibi… Çünkü Endülüs’te asırlar boyunca Hıristiyanlar, Museviler ve Müslümanlar birbirleriyle kaynaşmış hâlde yaşadılar ve kültürleri ile hayat tarzları, birbirinden karşılıklı olarak beslendi.” (s.18-19)

Garaudy, Cervantes’in Don Kişot’u; Endülüs’teki birliktelik ve bir arada yaşama deneyimine ağıt olarak yazdığını vurguluyor kitabı boyunca. Müslüman kökenlilerin Moriskoların Don Kişot’ta bambaşka bir yer tuttuğunu bunun da Cervantes’in özlemini hatta hayatını yansıttığını ifade ediyor. Müslümanlardan ve Yahudilerden ilham alan bir Endülüs’ün tarihin akışını değiştireceğini bu anlamda Rönesans’ın bir sakat doğum olduğunu söylüyor: “Tanrı ile ve O’na karşı olmayan gerçek bir ‘Rönesans’ XVI. Yüzyılda İtalya’da değil de XIV. Yüzyılda İspanya’da başlayabilirdi. Don Kişot, bize tarihin bu kaçırılmış fırsatını dillendiriyor.” (s.45)

Cervantes’in Don Kişot’u pek çok bakış açısıyla okunup değerlendirilebileceği gibi “insanın bu dünyada seyirci kalmadığının destanı” olarak okunup değerlendirilebilir. Çünkü o, bir ideal bir hayal uğruna dünyayı değiştirme çabası elbette ki en başta dünyayı ve hayatı yeniden algılama biçimidir. Hayatımızı ve seçmeden varoluşumuzu kuşatanlar gerçekleri değiştirme yolunda devrimci bir çabayı anlatıyor ve her zaman yeni kalıyor. Çünkü her çağda ve her yerde iyilik doğruluk güzellik yolunda hayata ve hayatımıza anlam katmak için değiştirilmesi gereken o kadar çok şey var ki. Büyüklük, asalet, hayatın anlamı, insanın kalitesi adına değişmesi gereken şeyler duvarlar örmüştür etrafımıza, Don Kişot, bu duvarlara karşı verilen acıklı ama bilinçli bir mücadelenin destanıdır. Garaudy,  Don Kişot’un ana mesajını da açıklıyor bize:

“Asil doğulmaz, asil olunur. İnsan uğruna hayatını feda etmeyi kabul ettiği projenin büyüklüğü ile asil olur. Don Kişot’un ana mesajı işte budur: Bir adamın kalitesi, kanına değil amacına bağlıdır: Hakiki asalet, faziletten ibarettir. Haytalar prensler arasında da görülür, baldırı çıplaklar arasında da… Büyüklüğün yurdu, sınıfı veya mezhebi olmaz.” (s.23)

İdeali peşinde bir mücadele verenler için Don Kişot hayatın anlamının ta kendisi… Bu noktada Garaudy’nin Don Kişot’u başka bir gözle okunabilir; hayatını Don Kişot olarak yaşayanlar için çok kıymetli ama Don Kişotlara eleştirel bakanlar için de önemli bir kitap. Ömrünüzün en azından bir bölümünde Don Kişot olmamışsanız -üzgünüm ama siz- niye yaşadınız ki?

                                                                                             


ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - I

ŞEHRİ AYDAN GÖRMEK


Çeyrek asır öncesi bir zaman, cami avlusunda bulunan çay evinde otururken konuşacaklarımızı tüketmiştik. Arkadaşımla ara sıra kesişen bakışlarla birbirimizin yüzünü seyretmeye başlamıştık. Bazen düşüncelerinin verdiği bunalımla akıllılığın sınırlarını zorlayan arkadaşımın “Hiç bu şehri aydan seyrettiğini düşündün mü?” sorusu titreşimler hâlinde kulaklarıma, sonra beynime ulaştığında neye uğradığımı şaşırdım. İlk şaşkınlık anları geçince, cevap verecektim ki vazgeçtim. Bu seslenişi bir teklif kabul edip düşünmeye başladım. Gerçekten şehrin aydan görünüşü nasıldı? 

Şehrin; aydan veya başka bir yüksek yerden daha doğrusu üstten görünüşü korkunçtu. Bu hisse pilotlar sıkça kapılır mı bilmem. Şehrin üstten/aydan görünüşüyle hâli çok garip. Birtakım kutu benzeri yapılar gün ışıyınca kutumsu yapılardan çıkan iki ayaklı, iki kollu, tek kafalı birtakım küçük küçük yaratıklar. Küçük ve garip yaratıklar, gün kararınca da kutumsu yapılara tekrar giriyorlar. Kalabalık bir caddeye bakan avludaki masadaki oturan arkadaşımı ve kendimi de gördüm. Caddedeki kalabalığı da. Kapıldığım his, beni korkuttu. Bir yandan gidenler gelenler, koşturup duranlar ve yanda küçük masalarda oturan küçük yaratıklar. Karıncaları izlediğim zamandaki rahatlığımla izleyemedim, aydan şehri. Şehri aydan görmek, kendimi dışımdan görmeye dönmüştü birden. Rüyada kendi ölümünü görmek gibi bir şey bu. Görüldüğümü, izlendiğimi düşündüm. Evcilik oynayan çocuklarını izleyen büyükleri anladım şimdi.

Şehri, aydan seyretmeye imkânım varken zamanın geçişini hızlandırdım. İki kollu, iki ayaklı ve tek kafalı yaratıklar doğuyordu, ölüyordu. Kimileri, özellikle akşamları, bir yerlere gidiyorlardı. Buna eğlenmek diyorlardı. Eğlenceleri anlamsızlık gösterisi gibiydi. Bazı sıvılar içiyorlardı. Anlamsız hareketler yapıp birbirlerine dişlerini gösteriyorlardı. Ölümü beklerken, beklermiş gibi bir hâlleri yoktu. Güzel güzel vakit geçiriyorlardı. 20. Asırdaki insanlar için sonraları “Gazete okur ve çiftleşirlerdi.” denileceğini söyleyen filozof benim o anki ruh hâlimde olmalıydı. Şimdi aynı cümleyi 21. Asrın başındaki insanlar için “cep telefonu kullanır ve internete takılırlardı...” biçiminde kuracağına adım kadar olmasa da eminim.
Kendime geldiğimde düşündüğüm, yeni okumadığım fakat canlılığını kafamda çoğu kitaptan daha fazla koruyan Marguez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanın kahramanlarıydı. Albay Auerliano’yu düşündüm. Çağın büyük ideolojilerinden biri için, dünyayı anlamlı kılabilmek için, savaşan bu adamın, başarının son haddine vardığında bulduğu en anlamlı iş, anlamsız bir döngüydü. 

Camus’nün Veba'sında bir kahraman sürekli önündeki biri boş biri dolu iki tencereyle uğraşıyordu. Tencerelerden biri nohut doluydu. Dolu tencerelerdeki nohutları, birer birer diğer tencereye aktarıyordu. Diğeri dolunca aynı işi tekrar yapıyordu. Aureliano’nun süs balıkları yapıp satması, para kazanması sonra balık yapabilmek için malzeme alması, malzeme alıp balık yapabilmek için balık satması gibi. “Oyun ve eğlence olsun diye yaratılmamış; fakat oyun eğlence olarak yaşanan dünyanın bu şehrinden anlamı getiren elçiye selam olsun. “ diyerek arkadaşıma masadan kalkmayı -aslında şehri aydan görmeye bir son vermeyi.- teklif ettim. Kalktık.

9 Ekim 2018 Salı

PAMUK VE MARQUEZ NE KADAR UZAK?


SESSİZ EV – ORHAN PAMUK

 Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanı, Doktor Selahattin Bey’in İstabul’dan ayrılmak zorunda kalmasıyla yanına karısını alarak Gebze’ye yerleşmesini ve bu göçten sonra başlayan ailenin 70 yıl kadar süren mutsuzluk ve yalnızlığını konu edinmektedir. Şahıs kadrosu Doktor Selahattin Bey’in soyundan gelenlerden oluşmaktadır. (Aşağıda Darvinoğlu ailesinin soyağacı verilmiştir.)




Romanda Geçen Şahısların Tanıtımı

        Dr. Selahattin: Fatma Hanım’ın kocasıdır. İttihat ve Terakki hükümeti tarafından Gebze’ye sürülür. Gebze’ye yerleştikten sonra siyasete bakışı değişir ve tüm Doğu’yu aydınlatacak bir ansiklopedi yazmaya karar verir. Her şeyin en iyisinin bilim ve teknoloji onlarda olduğu için Batılılarda olduğunu düşünen bir insandır.
Fatma Hanım: Dr. Selahattin’in karısıdır. Kocasının düşüncelerini ve yaptıklarını benimsemeyen hatta bunlardan nefret eden geleneksel bir aile kadınıdır.

Recep: Fatma Hanım’ın hizmetçisidir. Dr. Selahattin’in köylü bir kadından olan çocuğudur. Cüce bir kişidir.

İsmail: Recep’in kardeşidir. Dr. Selahattin’in köylü kadından olan diğer çocuğudur. Hasan’ın babasıdır. Topal bir kişidir.

Doğan: Dr. Selahattin ve Fatma Hanım’ın tek çocuğudur. Bir süre kaymakamlık yapar. Hassa bir insan olduğu, fakirlere ve köylülere yapılanları gördüğü için kaymakamlıktan ayrılır.

Faruk: Doğan Darvinoğlu’nun oğludur. Hayalperest bir gençtir. Amerika’ya gidip zengin olma planları yapmaktadır.

Nilgün: Doğan Darvinoğlu’nun kızıdır. Faruk ve Metin’in kardeşidir ve Sosyalisttir.

Hasan: Recep’in yeğeni piyangoculuk yapan İsmail’in oğludur. Milliyetçi ve idealist bir gençtir.

Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanında beş ayrı anlatıcı vardır. Anlatıcılar, Fatma Hanım, Recep, Metin, Faruk ve Hasan'dır. her biri ayrı bakış açılarıyla olayları yansıtmaktadır. Fakat Hanım ve Recep’in anlatıcı olduğu bölümlerde zaman geriye dönüşlü olarak kullanılıyor. Özellikle 90 yaşlarındaki Fatma Hanım’ın anlatıcı olduğu bölümlerdeki geriye dönüşler Sessiz Ev’e tarihî roman olma özelliği kazandırıyor.

        Romanın Özeti

Siyasetle ilgilenen Dr. Selahattin, İttihat ve Terakki Partisiyle ters düştüğü için İstanbul’dan Gebze’ye sürülür. Gebze’de yaşamını sürdürürken Doktor Selahattin’in siyasetle ilgili düşüncelerinde değişiklik olur. Doktor, siyaseti küçük görmeye başlar. Bütün Doğu’yu aydınlatacak bir ansiklopedi tasarlar. Doktor Selahattin’in 30 yıl süren ansiklopedi yazma mücadelesi başarısızlıkla sonuçlanacaktır.
Doktor Selahattin’in ansiklopediyi yazdığı kısa süre içinde karısı Fatma Hanım’la arası açılır. Fatma Hanım, kocasının ansiklopedide kaleme aldığı görüşleri kafirlik olarak görmektedir. Doktor Selahattin karısında bulamadığı sevecenliği Avrupalı filozof ve bilim adamlarının da öyle yaptığını düşünerek, köylü bir kadında bulmayı umar. Köylü kadından iki çocuğu olur: Recep ve İsmail. Doktor, köylü kadını ve çocuklarını eve getirttiğinde Fatma Hanım dayanamaz, köylü kadına ve çocuklarına saldırır, onları döver. Daha bebek olan çocuklardan biri cüce, biri de topal olarak kalır.
Doktor Selahattin’le Fatma Hanım’ın tek çocuğu Doğan ise annesinin göz bebeğidir. Annesi oğlunun tüccar ya da mühendis olmasını istemektedir. Fakat Doğan da babası gibi siyasete bulaşır. Gül adında bir kadınla evlenir. Doğan’ın Gül’le evliliğinden üç çocuğu olur: Faruk, Metin ve Nilgün. Doğan tıpkı babası gibi zamanla siyasetten soğur ve kaymakamlıktan istifa eder. Karısının ölümünün ardından iyice bunalıma düşer. Doğan öldüğünde ise kocası da ölmüş olan Fatma Hanım, hizmetçisi olan cüce Recep’le kalmaya başlar.
Metin’le Nilgün ağabeyleri Faruk’la kalmaktadırlar. Ara sıra yalnız yaşayan babaannelerini ziyarete gelirler. Bu ziyaretlerde eski arkadaşlarını da görmektedirler. Faruk aynı zamanda Gebze kaymakamlığına bağlı arşivde tarih araştırmaları da yapmaktadır. İşte bu ziyaretlerden birinde Faruk yeni bir araştırmanın peşine düşer. Amerika’ya gidip zengin olmayı hayal eden Metin ise Ceylan adındaki çocukluk arkadaşına âşık olur. Nilgün aralarında çıkan bir tartışmada amcaoğlu Hasan’a “Manyak Faşist” dediği için Hasan’dan dayak yer. Yediği dayak ölümüne neden olacaktır. Aslında sevdiği Nilgün’ü dövmek zorunda kalan Hasan, bilinmeyen bir yerlere doğru kaçar.

      

YÜZYILLIK YALNIZLIK – G.G. MARQUEZ


Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanı, çekirdeği Jose Arcadio ve Ursula Iguaran’dan oluşan ve zamanla dallanıp budaklanarak çoğalan Buendia ailesinin bir asır kadar süren maceralarını ve yalnızlığı konu edinir. Yüzyıllık Yalnızlık’ta Buendia ailesinin yaşadığı olayların geçtiği mekân Marquez’in hayalinde kurduğu Macondo adlı kasabadır. Roman, kalabalık bir şahıs kadrosuna sahiptir. (Aşağıda, Buendia ailesinin soyağacı gösterilmiştir.)




Yüzyıllık Yalnızlık’ta geçen şahıslar ve bu şahısların etrafında gelişen olaylar kısaca şöyledir:
Jose Arcadio Buendia karısı Ursula Iguaran’la birlikte Macondo’ya yerleşir. Buendialarla birlikte Jose Arcadio’nun 21 arkadaşı da Macondo’ya yerleşir. Zaten daha önce böyle bir yer yoktur. Macondo’yu Buendialar ile 21 arkadaşları ve aileleri bulurlar. Jose Arcadio bilimsel araştırma meraklısıdır. Jose Arcadio’nun bu özelliğini karısı Ursula hiç beğenmemektedir. Jose Arcadio’ya bilimsel araştırmalarında yardımcılık ve yol göstericilik yapan bir çingenedir. Melquiades adındaki çingene bir süre sonra Buendiaların evine yerleşie ve ölene kadar bilinmeyen bir dille yazılar yazar. Yüzyıllık Yalnızlık’ta birinci nesli Jose Arcadio , Ursula ve Melquiades oluşturur.
Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanda ikinci nesil olarak Jose Arcadio ve Ursula’nın üç çocuğu vardır. Jose Arcadio, Aureliano ve Amaranta. İkinci nesil arasında sayılması gereken bir diğer şahıs Pilar Ternara adındaki bir kadındır. Bu kadından Aureliano’nun Aureliano Jose adında, Jose Arcadio’nun ise Pilar Ternara’dan olan oğlu Arcadio’yla devam eder.
Jose Arcadio ve Ursula’nın büyük oğlu Jose Arcadio bir süre kaybolur. Geri döndüğünde uzak akrabalarının kızı olan Rebecca’yla evlenir. Bu evliliğe karşı olan Ursula sebebiyle evi terk etmek zorunda kalırlar ve kasabanın kenar taraflarında bir kulübede yalnız yaşarlar. Jose Arcadio ve Ursula’nın küçük oğlu Aurliano ise Remedios Moscote ile evlenir. Karısı öldükten sonra muhafazakârlara karşı savaşmak için liberallare katılır. Liberallerin en üst düzey komutanlıklarına ulaşır. General payesini kabul etmediği için Albay Aureliano diye anılmaya başlar. Albau Aureliano Buendia’nın savaş boyunca yattığı kadınlardan 17 oğlu olmuştur ve hepsinin ismi de Aureliano’dur. Albay Aureliano Buendia’nın 17 oğlu, diğer oğul Aureliano Jose gibi muhafazakârlar tarafından öldürülür. Albay Aureliano Buendi, gücünün zirvesindeyken içine düşen yalnızlık duygusundan kurtulamadığı için savaşmaktan vazgeçer ve hükümetle anlaşma imzalar. Albay Aurelianıo Buendia, hayatının geri kalanını baba evinde işliğinde süs balıkları yaparak geçirecektir. Ursula ve Jose, Arcadio Buendia’nın kızı Amaranta ise ömrü boyunca evlenmez ve yalnızlık içinde yaşar.
Buendia’ların büyük oğlu Jose Arcadio’nun Pilar Ternara’dan olan oğlu Arcadio, Santa Sofia del la Piedad’la evlenir. Bu evlilikten Güzel Remedios, Aureliano Segundo ve Jose Arcadio adı verilen ikizler dünyaya gelir. Çocukların babaları olan Arcadio muhafazakârlar tarafından kurşuna dizilir. Güzel Remedios meleklere özgü güzelliğiyle bu dünya insanı olmadığını hissettiren bir kızdır. Bir gün göklere yükselir ve aileden ayrılır. Aureliano Segundo ve Jose Arcadio Segundo adındaki ikizlerin düşünceleri ve karakterleri farklıdır. Aureliano Segundo Fernando’yla evlenir ve bu evliliklerinden üç çocuk dünyaya gelir. Reneta Remedios (Meme), Jose Arcadio ve Amaranto Ursula, Reneta Remedios (Meme) Mauricio Babilonia’dan bir çocuk sahibi olur. Adı Aureliano olan bu çocuk nedeniyle Meme’nin annesi Fernando çılgına döner ve kızını bir manastıra kapattırır. Kızının sevgilisi Mauricio Babilonia’nın bir tertiple öldürülmesini sağlar. Torunu Aureliano’yu ise kimseye söylemeden ve bulunmuş bir çocuktur diye eve alır. Bu olay ailenin sonu olacaktır. Aureliano büyüdüğünde Melquiades’in odasında çok önceleri yazdığı notları okumaya çalışır. O odadan dışarı çıkmaz. Fakat teyzesi olduğunu bilmediği Amaranta Ursula’ya âşık olur ve sevişir. Doğan çocuğun ismini Aureliano koyarlar. Ama çocuğu karıncalar götürür annesi Amaranta Ursula isa kısa bir süre sonra ölür. Tüm olayları gören Buendia ailesinin o sıralarda son ferdi olan Meme’nin oğlu Aureliano Melqıides’in yazdıklarını çözer. Yazılanlarda ailenin tarihçesi vardır. Çok önceden Buendia ailesinin başına gelecekleri yazmaktadır. Aureliano sevgilisinin ve çocuğunun annesinin teyzesi olduğunu öğrenir. Melquides’in yazdıklarında kendi sonunu okurken okuduklarıyla yaşadıkları bir olur. O sırada Maconda bir toz ve taş girdabına döner.

      

Buendia ve Darvinoğlu Ailesi (Marquez,1993; Pamuk,1994)


Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanıyla Orhan Pamuk’un Sessiz Ev adlı romanın karşılaştırılması bu iki sanatçı arasındaki ortaklık ve benzerlikleri ortaya çıkarmak için faydalı olacaktır. Yüzyıllık Yalnızlık’la Sessiz Ev arsında konu, şahıs kadrosu ve olayların geçtiği mekânın özellikleri gibi pek çok yönden benzer veya ortak noktalar bulunmaktadır. Başta şunu belirtmek gerekir ki Yüzyıllık Yalnızlık’la Sessiz Ev arasında çokça ortak veya benzer noktalar bulunmasına rağmen roman tekniği olarak anlatım açısından büyük farklılıklar taşımaktadır. Yüzyıllık Yalnızlık, her şeyi dışarıdan gören 3. Teklik şahıs anlatımıyla kaleme alınmışken Sessiz Ev 5 ayrı anlatıcının dilinden 1. Teklik şahıs anlatımına sahiptir. Sessiz Ev’in ayrı ayrı anlatıcıların diliyle kaleme alınışının Marquiez’in diğer bir eseri Yaprak Fırtınası’yla benzerlik gösterdiğini belirtmek gerekir. Yaprak Fırtınası, 3 ayrı anlatıcının dilinden 1. Teklik şahıs anlatımıyla kaleme alınmıştır. (Marquez, 1994) Anlatım tekniği olarak farklılıklarına karşın Sessiz Ev’le Yüzyıllık Yalnızlık’ın çoğu noktada benzeştiğini söylemiştik. Bu benzeşen noktaları şöyle sıralayabiliriz.


a)     Olayların Geçtiği Mekân

Yüzyıllık Yalnızlık’ta olayların geçtiği ve çevrelediği mekân Buendia ailesinin evidir. Sessiz Ev’de ise romana adını da veren Darvinoğlu ailesinin evidir. Buendia ailesinin evi ailenin reisi Jose Arcadio’nun ve arkadaşlarının bulduğu bir şehir olan Macondo’dadır. Darvinoğlu ailesinin evi ise Gebze’de. Her iki ailede evlerine evliliklerinden belli bir süre önce yerleşmişlerdir. Jose Arcadio Buendia öldürdüğü bir adam sebebiyle göçetmeye kara verir. Macondo’ya yerleşir ve ailesinin nesiller boyu kalacağı evi yapar. Buendia ailesinin evi Macondo’da örnek bir evdir.
“Daha en baştan, onun evi köyün en iyi evi olduğu için ötekilerde onu örnek almışlardır.”(Marquez,1993:13)
Doktor Selahattin Darvinoğluise İttihatçılar tarafından Gebze’ye sürgün edilmiştir. Doktor, kendi ölümünden sonrada yaşadığı zaman dâhil edilirse karısının 70 yıl boyunca yalnız yaşayacağı bir ev satın alır. Gebze’deki bu evde karısıyla bağları kopacak ve karısı yalnızlaşacaktır. Doktorun ölümüyle de ev tam bir sessizliğe bürünmeye doğru gidecektir.


b)    Aile Reisleri

 Yüzyıllık Yalnızlık’taki Buendia ailesinin reisi Jose Arcadio Buendia ve Sessiz Ev’deki Darvinoğlu ailesinin reisi Doktor Selahattin Darvinoğlu benzer ilgi ve meraklara sahiptir. İkisi de kimi zaman ölçüyü kaçıracak şekilde bilimsel araştırma ve inceleme faaliyetleri içine girmişlerdir.
“Jose Arcadio Buendia aylar süren uzun yağmurlar mevsimi boyunca deneylerini kimse bozmasın diye evin arkasına yaptığı küçük odaya kapandı. Evle ilgili yükümlüklerini hepten bırakıp geceler boyu yıldızlar yörüngesini izleyerek bahçede sabahladı, öğle saatinin şaşmaz vaktini bulacağım diye neredeyse başına güneş geçti.” (Marquez,1993:9)
Doktor Selahattin de odasına kapanıp deneyleri ve büyük önem verdiği ansiklopedileriyle uğraşıp durur.
“Bugün uçaklar, kuşlar ve uçma üzerine yazdım, Fatma; hava maddesini bitirmek üzereyim bugünlerde, bak dinle, hava boş değildir. Fatma, taneler vardır içinde ve tıpkı suyun içinde yüzen balığın tuttuğu yer kadara suyun ağırlığı içinde… Selahattin coşmuş anlatıyordu ve her zaman vardığı sonuca bağıra bağıra varıyordu. İşte her şey bilinmeli, bize gereken bir ansiklopedi.” (Pamuk, 1994:25)
Doktor Selahattin’in dünyası laboratuarından ve ansiklopedisinden ibarettir. Köylülerin onun laboratuar veya odasını değerlendirirken söyledikleri şunlardır.
“… Görmediniz mi masanın üzerindeki o kuru kafayı, odası baştan aşağı kitap dolu, tuhaf büyü aletleri de var, ucundan duman tüten borular, iğnelenmiş kurbağa ölüleri var orada…” (Pamuk, 1994:65)
Doktor Selahattin gibi bir laboratuar veya özel bir odaya sahip olan Jose Arcadio Buendia’da, doktor gibi, kimi zaman bilimsel yazılar yazar:
“ Saatlerce odasına kapanıp yeni silahının olanaklarını hesaplaya hesaplaya, sonunda öğretici, açık seçikliği söz götürmez, inandırıcılığına karşı durulmaz bir el kitabı ortaya. Kitaba, yaptığı deneyleri anlatan bir alay tarifnamesiyle birkaç sayfa açıklayıcı resim ekleyip bir ulakla hükümete yolladı.” (Marquez, 1993:9)
Jose Arcadio ve Doktor Selahattin evle ilgili yükümlülüklerine pek önem vermedikleri gibi karılarının para ve malını harcarlar. Jose Arcadio karısı Ursula’nın parasını alır ve harcar:
“Ursula ağlayıp sızlandı. O para, babasının ömür boyu yemeyip içmeyip biriktirdiği, Ursula’nın da sakla samanı gelir zamanı diye yatağının altına gömdüğü altın dolu sandıktan alınmıştı.” (Marquez, 1993:8-9) J. Buendia’nın yaptığını Doktor Selahattin karısı Fatma Hanım’a yapar:
“Sonra dolabın kuytuluğundan kutuyu çıkarmış, açmış uzun bir zaman hangisine kıyacağıma karar verememiştim: Yüzükler bilezikler, elmaslı iğneler, mineli saatim, ince gerdanlıklar, elmaslı broşlar, elmas yüzükler, elmaslar Allah’ım” (Pamuk, 1994:96)
J. Buendia ve Doktor Selahattin ateisttir. Pozitivist bir bakış açısına sahiptirler. J. Buendia Tanrı’ya inanması için Peder’den Tanrı’nın fotoğrafını ister.
“Peder Nicanor, onunla anlaşabilen tek insan olduğundan yararlanarak, Tanrı inancını onun saptamış beynine şırınga etmeye çalıştı. Artık her gün kestane ağacının dibine gidiyor, Latince vaaz edip duruyordu. Ne var ki José Arcadio Buendia laf kalabalığına kulak asmıyor, kakao mucizesine aldırmıyor, tek kanıt olarak Tanrı’nın fotoğrafını isterim diye tutturuyordu.” (Marquez, 1993:85)
Doktor Selahattin de Tanrı’nın varlığı konusunda karısına benzer şeyler söyler;
“Allah yok, diyoruz, kaç kere söyledim, çünkü varlığı deneyle kanıtlanamaz.” (Pamuk, 1994:275)

  

c) Ailenin Büyük Kadınları

Kocalarının dinsiz ve ateist olmalarına karşılık kadınları dindardır. Ursula Iquaran iyi bir Katolik, Fatma Hanım da iyi bir Müslüman olmaya çalışmaktadır. Kocalarının sapık gördükleri düşüncelerinden uzaktırlar. Ursula’nın torunu Arcadio’nun oğlu José Arcadio Segundo kiliseye gitmeye başlayınca Albay Aureliano’nun arkadaşı Albay Gerineldo Marquez çok öfkelenir ve konuyu Ursula’ya açar. Ursula’nın tepkisi ilginçti.
“Urslula, böylece daha iyi” dedi. “Keşke papaz olsa da, sonunda Tanrı bu evin kapısından içeri girse.” (Marquez, 1993:183)
Gene Ursula’nın torunu olan Arcadio’nun diğer oğlu Aureliano Segundo Macondo’ya gelen karnavalı meşrulaştırmak için Ursula’nın dindarlığına hitap etmek zorunda kalır;
“Aureliano Segundo, Peder Antonio İsabel’i kapattığı gibi eve getirdi ve Ursula’yı, karnavalın sandığı gibi bir putperest bayramı olmayıp,
“Dünya yuvarlak, tıpkı bir portakal gibi.”
Usrula’nın sabrı taştı. “Sen çıldırmaya niyetliysen, kendi başına çıldır! Ama o çingene düşüncelerini çocukların aklına sokmaya kalkışma!” diye bağırdı.” (Marquez, 1993:10)
Ursula Iquaran kocası José Arcadio’yu çingene düşüncelerine kanmış görürken Fatma Hanım kocası Doktor Selahattin’i şeytanın çok kolay kandırdığını düşünmektedir:
“Evet, şeytan ancak bir çocuğu bu kadar kandırabilir, üç alt kitapla yoldan çıkarılabilecek bir çocukla evlenmişim ben anladım.” (Pamuk, 1994:21)
Ursula, Buendia ailesinin tüm fertleriyle en azından belli bir süre yaşamıştır. Ailenin tüm fertlerini, torunlarının torunlarını ve torunlarının çocukları dahil, görmüştür. Fatma Hanım da ailenin tüm fertlerini görmüştür. Kocalarıysa ailenin tüm fertlerini görememişler ölümleriyle karılarını yalnızlık içinde bırakmışlardır. Buendia ve Darvinoğlu ailelerinin yalnızlığının en büyük şahitleri başta evleri ve evin büyük kadınlarıdır.

ç) Aile Fertlerinin Özgürlükçülüğü ve İsyankârlığı

Buendia ve Darvinoğlu ailelerinin üyeleri mevcut yöneticilere ve uygulamalarına karşı çıkarlar. Her iki romanda da bu iki aile üyelerinin yaptığı işler birbirine benzerdir. Öncelikle, Buendia ailesinin resisi Jose Arcadio ile Darvinoğlu ailesinin reisi / atası Dr. Selahattin yaptığı işler bu duruma güzel birer örnek olacaktır.
Jose Arcadio, Macondo’ya gelen muhafazakâr hükümetin temsilcisinin uygulamasına karşı çıkar ve temsilciyi düşmanı ilan eder: “Burada bizden biri gibi oturmaya niyetin varsa, başımız üzere yerin var, yok eğer milletin evini maviye boyatacağım diye huzursuzluk çıkaracaksan, pılını pırtını toplayıp geldiğin yere gidersin. Çünkü benim güvercin gibi bembeyaz olacak ve Jose Arcadio konuşmasının sonuna doğru, Macondo’ya sulh yargıcı olarak atanan Muhafazakâr hükümetin temsilcisi Don Apolinar Moscote’yi düşman ilan eder “...bir katolik olduğunu inandırmaya çalıştı.” (Marquez, 1993:195)
Aureliano Segundo’nun oğlu, Ursula’nın torununun torunu olunca ad verme konusuda tartışma çıkar. Ursula oğlanın isminin Jose Arcadio olmasına karşıdır. Yine de Aureliano Segundo’nun ilk oğlu olduğunda, Ursula onun isteğine karşı koymayı göze alamaz.
“Peki” dedi. “Ancak bir koşuluk var. Onu ben büyüteceğim.”...
Kendi kendine, “Bu papaz olacak,” diye söz verdi. “Tanrı bana ömür verirse günün birinde Papa da olur.” (Marquez, 1993:186)
Fatma Hanım kocasının odasında okuduğu kağıtlarda yazanlardan dolayı sinirlenir:
“Günah kâğıtlarını fırlatıp attım... bir daha küfür dolu odasına bile girmemek üzere bu buz gibi odadan kaçtım.” (Pamuk, 1994:24)
Fatma Hanım, torunlarının eski gördükleri evini yıktırıp yerine apartman yaptırma düşüncelerinden nefret eder. Onları dedeleri gibi günahkâr görür. Çünkü onlar, Doktor Selahattin’in “Geleceğin İstanbul’u ve dinsiz devleti” dediği günah batağı bir şehirden gelmişlerdir.  Fatma Hanım, onların kendisinin günahsız ve saf oluşundan da rahatsız olduklarını düşünmektedir. “Günaha gırtlağınıza kadar batmak değil, başkasının günahsız kalabildiğini görmek daha çok acı verir sizlere.” (Pamuk, 1994:199)


d) Kadınların Kocaları Hakkındaki Düşünceleri


Ursula Iquaran ve Fatma Hanım kocalarını çılgın ve çocuksu bulurlar. Kocalarına karşı verdikleri tepkiler ve kocaları hakkındaki düşünceleri de benzerdir.
Jose Arcadio’nun yaptıklarından bıkan Ursula çaresizdir:
“Sonunda, Aralık ayında bir Salı günü öğle vakti, içini yiyip bitiren kurdu döküverdi ortaya. Düş gücünün gazabından ve haftalarca uykusuzluktan harap düşmüş babalarının, buluşunu açılarkenki saygın vakarı, çocukların gözlerinin önünden gitmedi daha: şunu hiç aklından çıkarma sen ve ben birbirimizin düşmanıyız.” (Marquez, 1993:58–59)
Dr. Selahattin Darvinoğlu ise İttihat ve Terakki hükümetinin uygulamalarını ve İttihat ve Terakki partisini eleştirdiği için sürülür. Doktora, Talat Paşa, “Doktor Selahattin, sen İstanbul’da oturmayacaksın ve siyasetle uğraşmayacaksın... Bizimle çok uğraştın... Partiye atıp tuttun.” der.
José Arcadio’nun oğlu Aureliano da babası gibi haksızlığa tahammülsüz, özgürlükçü bir özelliğe sahiptir. Sulh yargıcının yaptığı hileli bir işe karşı çıkar. Ülke genelinde yapılan seçimlerden sonra Mcondo’daki olaylar kasabanın sulh yargıcı aynı zamanda Aureliano’nun kayınpederi olan Don Apilonar Moscote’nin kontrolünde yapılır. Don Apilar Moscote hile yaparak liberal oyları az muhafazakâr oyları çok gösterince orada bulunan Aureliano buna karşı çıkar ve “Ben liberal olsaydım, savaş çıkarırdım.” der. Bu olaydan sonra muhafazakârlar ve liberaller arasındaki ayrımı pek anlamayan ve iki görüş arasında tercih yapamayan Aureliano tercihini yapar ve liberal olur:
“İlke de bir tarafı tutmak gerekirse Liberal olurum, muhafazakârlar hileci düzenbaz.” (Marquez, 1993:98)
Aureliano tercihine liberallerden yana yaptıktan sonra muhafazakârlara karşı uzun ve zorlu bir mücadeleye girişecektir.
Dr. Selahattin’in oğlu Doğan da haksızlığa karşı tahammülsüzdür. Annesi Fatma Hanım onun bu halini bir türlü anlayamaz. Fatma Hanım’ın tüccar veya mühendis olsun diye gönderdiği okuldan ayrılır siyasetçi olmak için başka bir okula yazılır. Kaymakam olan Doğan Bey, karşılaştığı haksızlıklara dayanamaz ve görevinden ayrılır. Doğan rahatsızlıklarını Fatma Hanıma, şu şekilde anlatır:
“... Anne, dayanıyorum artık, hepsi iğrenç, çirkin... Hayır, sen bilmiyorsun, hepsi iğrenç, kaymakamlığa bile dayanamıyorum artık, orada zavallı köylülere fakir fukaraya şöyle yapıyorlar, böle eziyet ediyorlar...” (Pamuk, 1994:68)
Doğan’ın Fatma Hanım’a anlattıklarından onun köylülere yapılanlara karşı hınç ve nefret duyduğunu anlamaktayız.
Buendia ve Darvinoğlu ailesi üyeleri, büyükhanımlar Ursula ve Fatma Hanım ve diğer bazı üyeler hariç tutulursa özgürlükçü ve isyankâr insanlardır. Haksızlığa karşı mücadelecidirler. Buendia ailesinin üyeleri haksızlıklara karşı fiili bir mücadeleye de girmekteyken Sessiz Ev’in ailesi Darvinoğulları’nın daha çok düşünce ve duygu planında kaldıklarını görüyoruz.
Ailelerde nesiller boyu bir devamlılık söz konusudur. José Arcadio’nun özgürlükçü kişiliği oğluna ve torunlarına da geçmiştir. Hatta torunu Arcadio’nun oğlu Joseé Arcadio işçilere yapılan haksızlıklara dayanamayıp işçi haklarını savunmak için sendika lideri olmuştur. Bu durumu öğrenen Ursula torununun oğlunun yaptıklarını öğrenince “Tıpkı Aureliano” diye haykırmıştır. (Marquez, 1993:299)
Darvinoğlu ailesinde ise nesiller boyu devamlılığın Dr. Selahattin’le başlayıp Kaymakam Doğan Bey’le sürdüğünü ve zincirin son halkasını da Nilgün’ün oluşturduğunu görüyoruz. Nilgün sosyalisttir ve amcaoğlu Hasan’a “Manyak Faşist!” demesi ölüm sebebi olacaktır. (Pamuk, 1994:252)
Nilgün’ün dedesiyle başlayıp babasıyla devam eden bir zincirin son halkası oluşunu, Fatma Hanım’ın hizmetini gören üvey amcası Recep’e sorduğu, sorudan da anlamak mümkündür:
“Ne var Recep, bu dolapta?” dedi, Nilgün.
“Ivır zıvır küçükhanım,” dedim.
“Babanım, dedemin eskileri yok mu hiç?” dedi Nilgün. (Pamuk, 1994:284)


e) Aile Reisine Has Özelliklerinin Sonraki Nesillerde Devam Etmesi


Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanda geçen Buendia ailesinin reisi Jose Arcadio’nun iki önemli özelliği vardır. Bu iki özellikten biri soyundan olanlarda ortaya çıkar. Onun soyundan olan Jose Arcadiolar ve Aurelianolar söz konusu iki özellikten birine sahip olurlar. İki özellikten birincisi güçlülük ve yılmazlık, ikincisi ise gözlemcilik ve önsezililiktir.
“Bir Pazar günü akşamüstü saat altıda Amaranta Ursula’nın doğum sanıcı tuttu... Amaranta Ursula gözyaşları arasından, oğlunun iri yarı Buendilalardan biri olduğunu, bütün José Arcadiolar gibi güçlü ve yılmaz, bütün Aurelianolar gibi gözlemci ve önsezili olduğunu gördü”. (Marquez, 1993:398)
José Arcadio’nun birinci özelliği mücadeleci kişiliğinin ikinci özelliği ise bilimsel araştırma merakının altyapısını oluşturur. Bu özellikler soyundan gelenlere de geçer.
Doktor Selahattin’in de Josée Arcadio’ya benzer iki özelliğinden söz etmek mümkündür. Doktorun birinci özelliği kişiliği ve haksızlık karşısında duyduğu rahatsızlıktır. Bu sebeple İstanbul’dan sürülmüştür. Oğlu Doğan da kendisine çekmiştir. Doktor’un karısı ve Doğan’ın annesi Fatma Hanım’ın ifadesiyle “...Tembel ve korkaksın değil mi baban gibisin, insanlar arasında karışmaya cesaretin yok değil mi, onları suçlamak ve hepsinden nefret etmek daha kolaydır. Annesinin bu sözlerine karşılık Doğan Bey’in cevabı “... Hayır anne, hayır, sen bilmiyorsun hepsi iğrenç, kaymakamlığıma bile dayanamıyorum artık...” olmuştur. (Pamuk, 1994:68)
Doktor Selahattin Bey’in ikinci özelliğiyse bilimsel araştırma merakıdır. Doktor, bilimsel çalışma olarak ansiklopedi yazmayı kafasına koymuş ve 30 yılını bu işe vermiştir.
“Artık İstanbul’a ansiklopedi bitince döneriz Fatma, İstanbul’daki ahmakların siyaset dedikleri o günlük, küçük saçmalıklar bir hiç kalır, çok daha derin ve büyük bir iş benim burada yaptığım, yüzyıllar sonra bile etkisini sürdürecek inanılmaz bir görev… Ansiklopedisini otuz yıl yazdı.” (Pamuk, 1994:23)
Doktor Selahattin’in bilimsel merakı ise torunu tarihçi Faruk’a geçmiştir. Bir akademisyen olan Faruk tarih araştırmaları yapar. Üniversiteden atılınca da dede mesleği ansiklopediciliğe başlayacaktır. Beyaz Kale romanının Giriş bölümündeki Faruk’un açıklamalarından anladığımız dedesine çeken bir yönünün olduğudur. (Pamuk, 1993:8)




f) Aile Fertlerinin Yalnızlığı


Buendia ve Darvinoğlu ailelerinin fertleri tam bir yalnızlık ve kimsesizlik duygusu içinde yaşarlar. Yalnızlık içinde ölürler. Zaten bu iki aileyi konu edinen Yüzyıllık Yalnızlık ve Sessiz Ev adlı romanların isimleri bile bu ıssızlık, kimsesizlik ve yalnızlık duygusu uyandırmaktadır. Her iki ailenin tüm fertleri korkunç bir yalnızlık duygusu içinde yaşarlar ve ölenler ölürken yalnızlıklarını içlerinden atmadan can verirler. Buendia ailesinin bütün üyeleri yalnızlık içinde ölürler. Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanın sonunda ise Buendia ailesi bütünüyle yok olur. Hiçbir ferdi sağ kalmaz. Darvinoğlu ailesi ise soyu kesilmiş bir aile olarak kalır. Çünkü Fatma Hanım 90 yaşlarında bir ihtiyardır. Nilgün ölür. Recep bir cüce olduğu için evlenemez. Recep’in kardeşi İsmail’in oğlu Hasan katil olup firar ettiği için geleceğini karanlık bir belirsizliğe saplar. Faruk’un çocuğu olmamıştır. Zaten karısı Faruk’u terk etmiştir. Metin ise ne yaptığını veya ne yapacağını bilmez duruma düşmüştür. Darvinoğlu ailesinin fertlerini yalnızlık ve acı kuşatmıştır.
Buendia ailesinin reisi José Arcadio bağlı bulunduğu kestane ağacının altında yapayalnız can verir. Büyük oğlu Josée Arcadio karısı Rebeca ile yalnız yaşarken ölürler. Joseé Arcadio’nun karısı yalnızlık içinde ölür. Albay Aureliano Buendia, gücünün doruğuna erişmiş iken yalnızlık hissine yakalanır. Yalnızlığı ve içine düşen üşümeyi ömür boyu içinde taşır. Bu ara annesi Ursula’nın yalnızlığını yıkabileceğini düşünür.
“Albay Aureliano Buendia, acısını, yalnızlığını delip geçmeyi başarabilen tek insan Ursula olduğunu fark etti.” (Marquez, 1993:171)
Fakat yalnızlık,
“… Başka insanlarla paylaştığımızı sandığımız zaman mutlu olacağımızı sandığımız mutsu ve vazgeçilmez bir yalnızlıktır. (Pamuk, 1993:103)
Albay Aureliano Buendia da yalnızlığını aşamaz. İşliğinde de süs balıkları yapıp dururken yalnızlık içinde ölür:
“Buendia ailesinin büyük kadını Ursula ise yapayalnızdır. Yalnız ve onca kalabalık içinde yaşar. Yalnızlık içinde ölür. Ursula cenazesinde bile yalnızdır.
“Ursula’yı, Aureliano’nun eve getirildiği sepetten pek de büyük olmayan bir tabuta koydular. Cenazede çok az kişi vardı. Hem onu hatırlayan çok az insan kalmıştı, hem de cenazenin kaldırıldığı gün öyle sıcaktı ki, kuşlar nişan talimlerinde havaya fırlatılan tabaklar gibi duvara çarpıyor, pencere tellerini delip geçerek yatak odalarında ölüyorlardı.” (Marquez, 1993:333)
120’nin üstünde bir yaşta ölen Ursula hayat boyu yaşadığı acı ve dertlerin etkisiyle ezilip büzülmüş iyice küçülmüştür. Öyle ki torununun torunu Reneta Remedios’un (Meme) bebeği Aureliano’nun getirildiği sepet kadar bir tabuta konur. Hayatını yalnızlık ve acı içinde geçiren bu kadının cenazesinde ancak birkaç kişi katılır.

KAYNAKLAR


1-     PAMUK, Orhan, Beyaz Kale, 11. Basım, Can Yayınları, İstanbul 1993
2-     PAMUK, Orhan, Sessiz Ev, 12.Baskı, İletişim Yayıncılık, İstanbul 1994
3-     MARQUEZ, G.G., Yüzyıllık Yalnızlık, 10.basım, Can Yayınları, İstanbul 1993
4-     MARQUEZ, G.G., Yaprak Fırtınası, 2.basım, Can Yayınları, İstanbul 1994