BEN, SEN VE ÖTEKİ
Öteki
“Öteki” kavramı, güncel literatürde yer alan
sosyolojik bir kavram olarak, toplumun genelince benimsenen ya da toplumun
çoğunluğu tarafından makbul hatta hayati kabul edilen değerlerin dışındaki
değerlere sahip kişi ya da topluluklar için kullanılmaktadır. Bu kişi veya
toplulukların üst bir örgütlenme olan devletle bağları zayıf görülmektedir.
Toplumun içinde yer alan ama azınlık durumundaki “öteki”lerin, genelde ahlaki
açıdan zayıf olduğu ve kamu otoritesine bağlılıklarının tartışmalı olduğu düşünülmektedir.
Toplum içindeki her farklılık veya doğal hayat içindeki karşıtlıklar “öteki”
olarak düşünülmemelidir. Ötekinden kasıt, hayat içindeki düaliteyi veya zıtlıkları
çağrıştırsa da bunların birine karşı diğerini ifade etmez. İçinden nehir geçen
şehirlerde kullanılan karsı geçe-beri geçe, öte taraf-beri taraf, suyun öte
yakası-suyun beri yakası, yukarı mahalle-aşağı mahalle arasındaki karşıtlık/bütünlük
ifadelerinin işaret ettiği durumlar değildir. Çünkü “öteki”, toplum tevhidine
karşı sistemli bölme ve parçalama biçiminde karşımıza çıkan şirkin belli bir
grubu aşağılama, dışlama; mümkünse yok etme arzusuyla belirlemesidir.
“Öteki” ile
ilgili nitelemeler, daha çok kamu örgütlenme biçimine uzaklığa ve egemen
değerlerden farklılaşmaya bağlıdır. “Öteki”, geçmiş zamanlarda özellikle bizim
tarihimizde pek de sorunlu olmayan bir alanken modern dönemde ortaya çıkmış ve çatışma
doğuran unsurlardan biri olarak toplum içinde yerini almıştır. Aynı şekilde “öteki”ne
karşı ayrımcılık ve onu dışlama hatta düşmanlaştırma da yakın dönemde netleşmiştir.
Biz
“Biz” demek, çoğunluğunun
değerlerini temsil etmek ve benimsemekten dolayı kendini meşru görmek en
doğruya en iyiye sahip olduğu hissini taşımaktır. Bu noktada “biz” ifadesi bir
gruba hatta sürüye ait olma ve kendini tümüyle bu grupla var kılma, daha ileri
boyutta ise grubu kutsayarak o grup için kendini feda etme şehvetini ifade
etmektedir. Bir insanın “biz” algısından kurtulup “birey” olduğunu ve kendi kimliğini
ancak özgür iradesiyle inşa edebileceğini algılaması zorlu bir süreçtir.
Doğrudan insanın “ben” algısının gelişebilmesi için öncelikle “sen” dediği
muhatabını algılaması ve söz konusu “sen”in varlığını kabul etmesi gerekmektedir.
Çünkü, insanların çoğunun “ben” dediği “benim düşüncem” diyerek anlattıkları, aslında
ortak ve ortalama kültürün yüklediği hazır bulunmuş duygu, düşünce ve davranış
kalıplarıdır.
Sen
Bir insanın “biz”
duygusunu sorgulayıp “biz”i oluşturan birimlerin ayrı ayrı oluşunu, bu birimler
arasındaki farklılıkları görüp anlaması gerekmektedir. Bunu algılamayan insan,
ormanda bir ağaç, sürüde bir üye neyse toplum içinde yaklaşık olarak odur. Bu
nedenle birey olma, “kendi” olma yolunda kişinin başka insanların “ben”den ayrı
bir şey olduğunu algılaması gerekmektedir. “Ben” diyerek ifade edilen hatta
çoğu zaman “ben” bile denmeyerek doğrudan “biz” denerek anlatılan şey
sıradanlıktır. Toplum içinde herhangi bir birim olmanın ötesinde özgün bilinci
ifade etmemektedir. Bunu algılamak ancak düşünerek ve toplumu yani bizi
oluşturan insanların tekil durumlarını keşfetmek, en başta en yakınımızdakilerin
“sen” oluşunu kavrayıp birey olma yolcuğuna çıkmakla mümkündür.
Ben
İnsan, en
başta elbette bir “ben” algısına sahiptir. İnsan, yer aldığı ortama ait ama
ondan ayrı bir varlık olduğunu bilinç yoluyla kavramaktadır. Daha bebekken bu
duyumsamaya anlamaya başlar, bu noktada “ben” duygusu anneyle birlikte vardır.
Hatta bu süreçte annesini de kendisinin bir parçası olarak görmekte, annesiyle
kendini “bir” hissetmektedir. Bu “ben” duygusu olgunlaşma sürecinde “ben”
olarak yürürken insan, annesinin ayrı bir varlık olduğunu yavaş yavaş anlamakta
ve onun “sen” olduğunu keşfetmektedir. Bir süre sonra bu “ben” ve “sen” farkındalığı
“biz” bütünleşmesine dönüşmektedir. “Biz” bütünleşmesi içinde dışardaki herkes
-en başta baba ve varsa kardeş ardından yakın ve uzak çevre- “o/onlar” olarak
kavranmakta ve değerlendirilmektedir. İnsanın gelişim sürecinde “ben” dışındaki
her şeyi temsil eden “öteki”; aslında sürekli kendi benliğimizi, onunla etkileşerek
geliştirdiğimiz bir varlık grubudur. “Öteki”nin kendini anlama ve bilmenin ardından
da “öteki”ne ait olanı değerlendirerek büyümenin hatta onu kendine katmanın
gelişme olduğunu kabul etmeyen bir zihniyet, sürekli “öteki”ni dışlama hatta
yok etme derdine düştüğü için kendi gelişim imkânlarını yok etmektedir. Böylece
donuk, renksiz ve bağnaz bir anlayış ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de
“öteki”nin yanlış etiketlenmesi hatta düşman bilinip yok edilmeye çalışılması
insan için çürüme ve bozulmadır denebilir.
Birlik ve Bütünlük
Kendimizi ve
hayatı anlamlandırırken “öteki” üzerinden hareket ederiz. “Öteki”ne bakış açımız
büyük oranda kendi anlayışımızı ortaya koyar. Algılayışımızı ve yorumlamamızı
etkiler. Bu konuda ortaya çıkan eksiklikler hatalı sonuçlara neden olur. Bilinçli
ideolojik kalıplarla “öteki”ni anlamak ve değerlendirmek, insanlığı parçalar.
Tevhid ise ötekileştirmek yerine birleştirmeyi önerir. Zaten İslami anlayışa
göre geçmişte insanlar bir ümmetti. Bu ümmet, Allah’tan başkasına güç vehmedilerek
soy, ırk, grup gibi türlü türlü farklılıkların keskinleştirilip kutsanmasıyla,
onların maddi veya manevi açıdan putlaştırılmasıyla bölündü. İslam’ın ekseni “tevhid”
ise ötekileştirme olmadan bütüncül ve birleştirici anlayış olarak tüm aydınlığıyla
kendini ortaya koymuştu. Çünkü farklıyı, aykırıyı, fakiri, yabancıyı başka bir
ırkı ya da anlayış sahibini ötekileştirmek, Allah’ın var kıldığı farklılıkları ötekileştirip
nesneleştirerek düşmanlaştırmak tartışmasız bir şekilde İslam’a terstir.
Ötekinin ve Ötekileştirmenin Olmadığı Dünya
Tevhid
anlayışına dayanarak “öteki”nin ve “ötekileştirme”nin olmadığı bir dünya kurmak
mümkün mü? Evet, mümkündür çünkü böyle bir dünya vardı, insanlar en başta tek
ümmetti. Zamanla ihtilafa düşüp parçalandılar ve birbirlerini ötekileştirip
düşman ilan ettiler. Kuranı Kerim’de bu durum çok net biçimde açıklanmaktadır: “İnsanlar bir tek ümmetti.” (Bakara
suresi 213. ayet)
İslami dünya
görüşünde Müslümanlar, Müslüman olmayanları bile bir bütünün parçası olarak
görürler. Eğer Allah dileseydi herkesin iman etmesini sağlardı. Ama insana
özgür irade verilmiştir. Bu irade kanalıyla imanı seçmesi ayrı bir değerdedir.
İnsan, her zaman için doğru seçimin adayıdır ve kendisinden bu doğru seçimi
yapması konusunda ümit kesilmez. Söz konusu özgür iradeyi ortadan kaldıranlar
sürekli “öteki ve düşman” icat ederek insanları kullaştırıp kullananlar ise insanlar
arasındaki birliği parçalayanlardır. Sürekli parçalayıcı, dağıtıcı, ifsat edici
ve “öteki”leştirici olanlar, her daim fitne kaynağıdır.
Hz. Muhammed’in mesajını yaymaya başladığı
Arap toplumunda Müslümanlar, “öteki” olarak görülmüştü ve İslami mesajın ilk
zamanlarında Müslümanlar ötekileştirmenin her nevine maruz kalmış ve zulme
uğramışlardı. Müslümanların yürüttüğü tevhid ve adalet mücadelesi sonrasında
kurdukları dünya ise örneğini “Medine” ile ortaya koydu. Medine’de tüm
farklılıklar, bir sözleşme çerçevesinde toplumun birliğine katıldı. “Medine”
dünyası, “öteki”nin ve “ötekileştirme”nin olmadığı yerdi ve bunun örneklerini
kurmak tekrar mümkündür. İşte bu “Medine” tarzı bir dünya inşası için
Müslümanlar, “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla
savaşın.” (Bakara Suresi 123) ayeti gereğince ömürleri ve güçleri
yettiğince mücadele etmek zorundadır.
(SEBÎLÜRREŞAD
dergisinin Haziran 2023/Zilkade 1444 tarihli 1089. sayısında yayımlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz kaydedilmiştir. Teşekkür ederiz.