12 Ekim 2018 Cuma

ŞEHİR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - I

ŞEHRİ AYDAN GÖRMEK


Çeyrek asır öncesi bir zaman, cami avlusunda bulunan çay evinde otururken konuşacaklarımızı tüketmiştik. Arkadaşımla ara sıra kesişen bakışlarla birbirimizin yüzünü seyretmeye başlamıştık. Bazen düşüncelerinin verdiği bunalımla akıllılığın sınırlarını zorlayan arkadaşımın “Hiç bu şehri aydan seyrettiğini düşündün mü?” sorusu titreşimler hâlinde kulaklarıma, sonra beynime ulaştığında neye uğradığımı şaşırdım. İlk şaşkınlık anları geçince, cevap verecektim ki vazgeçtim. Bu seslenişi bir teklif kabul edip düşünmeye başladım. Gerçekten şehrin aydan görünüşü nasıldı? 

Şehrin; aydan veya başka bir yüksek yerden daha doğrusu üstten görünüşü korkunçtu. Bu hisse pilotlar sıkça kapılır mı bilmem. Şehrin üstten/aydan görünüşüyle hâli çok garip. Birtakım kutu benzeri yapılar gün ışıyınca kutumsu yapılardan çıkan iki ayaklı, iki kollu, tek kafalı birtakım küçük küçük yaratıklar. Küçük ve garip yaratıklar, gün kararınca da kutumsu yapılara tekrar giriyorlar. Kalabalık bir caddeye bakan avludaki masadaki oturan arkadaşımı ve kendimi de gördüm. Caddedeki kalabalığı da. Kapıldığım his, beni korkuttu. Bir yandan gidenler gelenler, koşturup duranlar ve yanda küçük masalarda oturan küçük yaratıklar. Karıncaları izlediğim zamandaki rahatlığımla izleyemedim, aydan şehri. Şehri aydan görmek, kendimi dışımdan görmeye dönmüştü birden. Rüyada kendi ölümünü görmek gibi bir şey bu. Görüldüğümü, izlendiğimi düşündüm. Evcilik oynayan çocuklarını izleyen büyükleri anladım şimdi.

Şehri, aydan seyretmeye imkânım varken zamanın geçişini hızlandırdım. İki kollu, iki ayaklı ve tek kafalı yaratıklar doğuyordu, ölüyordu. Kimileri, özellikle akşamları, bir yerlere gidiyorlardı. Buna eğlenmek diyorlardı. Eğlenceleri anlamsızlık gösterisi gibiydi. Bazı sıvılar içiyorlardı. Anlamsız hareketler yapıp birbirlerine dişlerini gösteriyorlardı. Ölümü beklerken, beklermiş gibi bir hâlleri yoktu. Güzel güzel vakit geçiriyorlardı. 20. Asırdaki insanlar için sonraları “Gazete okur ve çiftleşirlerdi.” denileceğini söyleyen filozof benim o anki ruh hâlimde olmalıydı. Şimdi aynı cümleyi 21. Asrın başındaki insanlar için “cep telefonu kullanır ve internete takılırlardı...” biçiminde kuracağına adım kadar olmasa da eminim.
Kendime geldiğimde düşündüğüm, yeni okumadığım fakat canlılığını kafamda çoğu kitaptan daha fazla koruyan Marguez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanın kahramanlarıydı. Albay Auerliano’yu düşündüm. Çağın büyük ideolojilerinden biri için, dünyayı anlamlı kılabilmek için, savaşan bu adamın, başarının son haddine vardığında bulduğu en anlamlı iş, anlamsız bir döngüydü. 

Camus’nün Veba'sında bir kahraman sürekli önündeki biri boş biri dolu iki tencereyle uğraşıyordu. Tencerelerden biri nohut doluydu. Dolu tencerelerdeki nohutları, birer birer diğer tencereye aktarıyordu. Diğeri dolunca aynı işi tekrar yapıyordu. Aureliano’nun süs balıkları yapıp satması, para kazanması sonra balık yapabilmek için malzeme alması, malzeme alıp balık yapabilmek için balık satması gibi. “Oyun ve eğlence olsun diye yaratılmamış; fakat oyun eğlence olarak yaşanan dünyanın bu şehrinden anlamı getiren elçiye selam olsun. “ diyerek arkadaşıma masadan kalkmayı -aslında şehri aydan görmeye bir son vermeyi.- teklif ettim. Kalktık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz kaydedilmiştir. Teşekkür ederiz.