Ödül almış bir yazar üzerine
konuşmak ve yazmak zor olmalı diye düşünenler yanıldı hep Türkiye’de…
Yaşananlar, söylenenler ve yazılanlar da bu düşüncemizi hep destekledi
destekliyor. Orhan Pamuk Nobel’i aldıktan sonra “Hak etti.” aldı diyenler de
“Hayır hak etmiyordu, siyasi nedenlerle aldı.” diyenler de sadece olaylar,
sözler, siyasi ortamla ilgili konuştu ve yazdı. Türkiye’ye özgü kısır tartışmalar
bu konuda da parladı sonrası sönüp gitti. Orhan Pamuk’un sanatıyla ilgili
değerlendirme yapılmadı ya da yapılan nitelikli değerlendirmeler arada kaynayıp
gitti geriye kalanlar ise kaba ve yüzeysel suçlamalar olmaktan öteye geçemedi.
Beyaz Kale Ne Getirdi?
Bu yazıda biz Orhan Pamuk’u dünya çapında
meşhur eden ve dünya romancılığının sınırlarını genişlettiği iddia edilen Beyaz
Kale romanı üzerinden değerlendirmek istiyoruz. Beyaz Kale’nin ardından yazdığı Kara
Kitap’la birlikte Orhan Pamuk’un dünya romanına katkısı iyice kabul görmüştü.
Yazımızda yargılamadan önce anlamak gerektiği gerçeğinden hareket ediyoruz.
Beyaz Kale üzerinde geçmişteki tartışmalar bu romanın intihal olduğu üzerine yapılmıştı.
Pamuk’un roman anlayışını dikkate almayan bu tartışmaların Türk edebiyatı ve
sanatı adına kazanç sağladığını söylemek zor. Çünkü Pamuk’un roman anlayışı
zaten “metinler arası metin” anlayışı üzerine kurulu, alıntı yaptığı çoğu yeri
zaten kendisi söylüyor. Beyaz Kale’nin konu olarak ana unsurunu teşkil eden
Venedikli’nin esareti “Pedro’nun zorunlu İstanbul Seyahati”nden alınmadır. Bunu
Orhan Pamuk, kısmen kabul ediyor: “İyi niyetli, iyimser İtalyan’ımı Hoca’nın
kölesi yapabilmek için (gemiye esir düşme ve sahte hekimlik günleri) bir yüzyıl
önce tıpkı Cervantes gibi Türklere esir düşen adsız İspanyol’un ikinci Filip’e
sunduğu bir kitaptan yararlandım.” (Pamuk, 1993/A:189) Orhan Pamuk, Beyaz
Kale’nin ilk baskısında bulunmayan ve sonraki baskılardan birine konulan Beyaz
Kale üzerinde isimli bölümünde söyledikleriyle İspanyol esirin kitabından
alıntılar yaptığını kabul ediyor. (Beyaz Kale üzerinde adlı bölüm kitabın ilk
baskısında olmayışıyla ve de muhtevasıyla, Umberto Eco’nun, Alfabeta dergisinin
Haziran 1983 tarihli 49. sayısında, Gülün Adı’nın yazılış sürecini anlatan,
romana çeşitli yönlerden açıklık getiren “Sonrası – Postille” adlı yazısını
hatırlatmaktadır.)
Orhan Pamuk sadece bu yönden değil de romanın
kurgulanması açısından eleştirilebilir. Yazımız, Beyaz Kale’ye yönelik intihal
suçlamalarının yetersiz olduğu, Orhan Pamuk’un bu romanının kurgusunun da taklit
olduğu bu sebeple eleştirilmesi gerektiğini iddia ediyor. Beyaz Kale’nin taklit
ettiği eser Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanıdır.
.
Beyaz Kale Ne Anlatıyor?
Beyaz Kale’de
anlatılan olaylar 17. yüzyıl ortalarında Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtı
olan İstanbul’da geçmektedir. Beyaz Kale’nin konusunu “Gemiyle Venedik’ten
Napoli’ye giderken Türklere esir düşen Venedikli’nin başından geçen olaylar”
oluşturmaktadır.
Venedik’ten Napoli’ye
giden üç Venedik gemisinin yolunu Türk gemileri keser. Diğer iki geminin
kurtulmasına rağmen kahramanımızın içinde bulunduğu gemi kaptanının korkaklığı
yüzünden içindekilerle beraber Türklere esir düşer. Beyaz Kale adlı romanın
kahramanı olan genç, Türklere kendini hekim olarak tanıtır. Mühendislikten de
anladığını söylemesine rağmen İstanbul Galata’da Sadık Paşa’ya ait bir zindana
kapatılır. Bu zindanda hekim olarak ünü artar. Bazı hastaları tedavi eder ve kazandığı
parayla Türkçe öğrenir. Sahibi Sadık Paşa’yı tedavi etmesi üzerine Paşa
tarafından kollanılmaya başlanır.
Sadık Paşa oğlunun
düğününde fişek gösterisi yaptırmayı düşünmektedir. Venedikli’nin mühendislikten
anladığını hatırlayarak Venedikli’yi çağırır. Hoca’yla beraber fişek
gösterisinde çalışmasını ister. Düğündeki fişek gösterisi müthiş olur. Sadık
Paşa Venedikli köleyi Hoca’ya hediye eder. Hoca, fiziksel olarak inanılmayacak
derecede Venedikli’ye benzemektedir. Sonradan anlayacakları gibi ilgileri ve bilgileri
de benzeşmektedir. Venedikli’nin isteksizliğine rağmen astronomi alanında
çalışırlar. Sadık Paşa, Hoca’yı plan ve tasarılarını anlatması için Padişaha
çıkarır. Hoca, çocuk Padişahın kendisine yardım etmesini sağlamak için uzun
yıllar boyunca Padişaha hikâyeler yazmak zorunda kalır. Çocuk Padişah bilimle
değil hikâye ve masalla ilgilenmektedir. Hoca, bilim aşkının kimselerce
anlaşılmadığını görünce “ben ve onlar” şeklinde ayrımlar yapar ve yoğun
düşüncelere dalar. Bu düşünceler daha sonra “Ben niye benim?” sorusunu
beraberinde getirir. Hoca, bu soru ve cevabı üzerinde düşünmeye başlar ve
aynısını yapması için Venedikli’yi zorlar. Buldukları cevapları, düşüncelerini
en ince ayrıntılarına kadar yazarlar ve birbirlerine okurlar. Hayat hikâyelerini
de yazarak birbirlerine okurlar. İkisi de birbirinin hayatından etkilenir.
Artık kendileri de birbirlerini karıştırmaktadır. Padişah, Hoca’ya korkunç bir
silah yapmasını emreder. Bu silah yapılır. Padişah, Hoca’yı Venedikli ve silahı
alarak Lehistan seferine çıkar. Hoca, bu sefer sırasında firar eder. Venedikli
gibi bir Batılı olmuştur çünkü. Venedikli de Hoca gibi Doğulu olmuştur. Sefer
sırasında Venedikli kölenin kaçtığı düşünülür. Zaten, öyledir. Hoca bir süre
müneccimbaşılık yaptıktan sonra görevinden ayrılır. Evlenir ve Gebze’ye
yerleşir. Gençliğinden yaşlılığına kadar başından geçen olayları yazmaya başlar.
Gülün Adı Ne Anlatıyor?
Gülün Adı’nın
konusunu oluşturan olaylar, Papanın ve İmparatorluğun temsilcilerinin toplanarak
Papa’nın yetkilerini sorgulayacağı Kuzey İtalya’daki bir manastırda
geçmektedir. Gülün Adı, İmparator adına görevli olarak geldiği manastırda,
Baskervilleli William’ın, 7 günde peş peşe öldürülen 7 rahibin öldürülme
sebebini araştırması konu edinmektedir.
Hıristiyanlık ve
dolayısıyla Batı siyasal ve genel tarihinin dönüm noktalarından biri olan, Papa
ile İmparator arasındaki atama yetkisi savaşımının aşamalarından birini
oluşturan bir zaman diliminde geçiyor olay. 1327 Kasımı’nın son haftasında,
Kutsal Roma İmparatoru Bavyeralı Ludwig’in Paris’i kuşatıp Roma’ya doğru inmeye
başladığı sırada, Papa XXII. Ioannes, Perugia Ruhani Meclisi’nde İsa’nın hiçbir
mal varlığına sahip olmadığını öne sürmüş olan Cesenalı Michele’nin
Avingnon’a, yanına gelmesini istemektedir. Tıpkı yirmi yıl önce yenilgiye
uğratılmış ve yakılmış olan, Rebello dağında karargâh kurmuş Dolcino’nun
silahlı çeteleri gibi, sapkın Fransiskenler de kovuşturulmakta, yakılmakta,
ateşleri tüm İtalya’yı ve Fransa’yı ışığa boğmaktadır. Eco’nun Gülün Adı adlı
romanının ya da Melkli Adso’nun gizemli elyazmasının konusunu oluşturan olaylar
yukarı İtalya’da bir manastırda böyle bir dinsel ve siyasal art alanda gerçekleşiyor.
Eskiden sorgucu
olarak sapkınlıkları yargılayan mahkemelerde görev yapmış William, manastıra
varır varmaz bir dizi gizemli olayı çözme sorunuyla karşı karşıya bulur
kendini: Manastırın görkemli, görkemli olduğu kadar gizemli ve yalıtılmış
dünyasından, Papa ve İmparatorun temsilcileri arasında bir uzlaşma ortamı
yaratmak için yapılacak önemli bir toplantının eşiğinde bir ölüm olayıyla
karşılaşan ve yedi günde yedi ölümle süren, rahipleri ve tüm manastır halkını
büyük bir kaygı ve yılgınlığa salan ölümler dizisini aydınlatmak.
William, kronik
saatlerle belirlenen zaman birimleri içinde meydana gelen olayların gelişimini
büyük bir ustalıkla sunuyor ve yedinci günün (romanın da) sonunda olayların
dolaşık çilesini iplik iplik, gizemini açıklığa kavuşuyor. (Çevirmen:Şadan
Karadeniz, Gülün Adı Üzerine, Eco, 1991:18 - 19)
Özetini
verdiğimiz iki roman anlatım tarzı ve roman kurgusu açısından benzerlikler
taşımaktadır. Yazımızın iddiası da budur zaten. Orhan Pamuk Beyaz Kale’yi Gülün
Adı’nı taklit ederek yazmıştır.
Anlayış Benzerlikleri
Umberto Eco ve Orhan
Pamuk’un eserlerindeki benzerlikleri ortaya koymadan önce yazarların
anlayışları veya sanat görüşleri üzerinde durmak gerekir. İki yazar arasındaki
anlayış benzerliklerini belirtmek yerinde bir davranış olacaktır. Eserlerinden
hareketle ortaya çıkarmaya çalıştığımız Eco ve Pamuk’un anlayış ve sanat
görüşlerini ve bunlar arasındaki benzerlikleri beş başlık altında incelemek
mümkündür.
1. Anlatmaya Dayalılık
Umberto Eco ve Orhan
Pamuk’un eserlerinde anlatım yoğunluğuna verilen önem aralarında oluşan bir
benzerliği gösteriyor.
Mustafa Kutlu, Orhan
Pamuk’un Kara Kitap adlı romanı için yazdığı “Kara Kitap” başlıklı yazısında
anlatmaya dayalılığı şöyle ifade ediyor: “Romancılarımız eskiden ‘mesele’
anlatmak, hatta çizmeyi aşarak ‘mesele çözmek’ yolunda eserler verirlerdi.
Bütün dünyada olduğu gibi bizde de artık mesele anlatmak’ın ilk kelimesi
gündemden düştü. Şimdi roman yalnızca ‘anlatmak’ olarak karşımızda duruyor.”
(Esen, 1992:17)
Orhan Pamuk’un Kara
Kitap adlı romanında ve Beyaz Kale’de esas olan anlatmaktır. Özellikle Kara
Kitap, bu anlayışın belki de en iyi örneğidir: “Çünkü önemli olan hikâyedir, hikâyeci
değil. Anlatacak bir hikâyemiz var şimdi.” (Pamuk, 1993/B:381)
“Böylece eski, çok
eski, çok çok eski hikâyeleri yeniden kaleme almaktan ibaret yeni işime daha
bir şevkle sarılıp kara kitabının sonuna geliyorum.” (Pamuk, 1993/B:426)
Orhan pamuk’un Kara
Kitap adlı romanında esas olarak anlatmaktır demiştik. Kara Kitap, birbirinden
ayrı ve bağımsız hatta birbirine ters gibi görünen anlatımları içeriyor.
Anlaşılan o ki mesele bunları bir düzen içinde edebi ve sanatsal zevke uygun
olarak kaleme alabilmektir. Pamuk, bilinen ve kabul edilen gerçeklerle veya
bilgilere çatışacak anlatımlara başvuruyor. Orhan Pamuk, anlattıklarını sadece
anlatmak için anlatıyor. Muhtevasının yanlışlığı veya tersliği Pamuk’u
ilgilendirmiyor. İbni Arabi’nin arkadaşının hikâyesini anlatması gibi. Pamuk’a
göre; İslam Ansiklopedisi, İbni
Arabi’nin anlattıklarını değerlendirirken yanılıyor. İbni Arabi’nin sadece
anlatmak için anlattığı bu hikâyeyi bilimsel ölçülerle değerlendiriyor. “İbni
Arabi’nin gerçek bir vakıa olarak anlattığına göre, abdaldan olup ruhlar tarafından
göklere çıkarılan bir arkadaşı, bir defasında dünyayı çevreleyen Kaf Dağı’na
varmış, dağı da bir yılanın çevrelediğini görmüş. Bütün dünyayı çevreleyen
böyle bir dağ ve onun da etrafında bir yılanın olmadığı malumdur.” (Pamuk,
1993/A:5)
Böyle bir şeyin
olmaması İbni Arabi’nin anlatımına zarar vermez. Çünkü o sadece böyle bir hikâyeyi
anlatıyor. Önemli olan kullandığı anlatım tarzıdır. Orhan Pamuk, kitabının
başına yerleştirdiği İslam Ansiklopedisi’nden naklettiği İbni Arabi’nin
anlatımıyla kendi anlatımı arasında bir paralellik kuruyor diye düşünülebilir.
Fakat İbni Arabi’nin hikâyenin muhtevasını kabul etmeden veya muhtevaya inanmadan hikâyesini anlattığını söylemek
zordur. Orhan Pamuk, tarihe yöneliş tarzında olduğu gibi tarihi anlatım
tarzlarına yaklaşımında da günümüz kafa yapısıyla hareket etmektedir. Bu günden
bakarak ve bugünün kabulleriyle geçmişi anlamaya çalışmaktadır. Orhan Pamuk, İbni
Arabi’nin hikâyesinin muhtevasına inanarak anlattığına ihtimal veriyorsa, sırf
eğlence olsun diye alıntıyı başa koyarak kendi kitabıyla alıntı arasında
bağlantı kurulmasını istemiş demektir. Bu da Umberto Eco ve Orhan Pamuk
arasında görülen bir benzerliktir. Çünkü her ikisi de tarihe yönelirken de
eğlenmek amacıyla hareket etmektedir. Eco bunu “Geçmişe ironiyle, masum olmayan
bir biçimde yeniden dönüş” olarak isimlendirir. (Eco, 1990 : s.595)
Anlatıma dayalılığa
G.G Marquez’de de rastlamak mümkün. Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık’tan bahsederken
şöyle diyor: “Büyükannem, en acımasız şeyleri kılını bile kıpırdatmadan, sanki
yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar
değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu
kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak
yazdım” (Marquez, 1993)
Marquez, Eco ve
Pamuk’un romanlarında yazmanın ve yazılanları okumanın amacı değişmektedir.
Yazarlar sadece yazmak veya anlatmak için yazmakta, okuyanlar da sadece
anlatılanları okumak için okumaktadırlar. Yazma ve okuma başı başına bağımsız
birer iş olmaktadır. (Bknz. Eco, 1991:14)
Eco’nun sadece yazmak
veya anlatmak için kalemi eline aldığını anlamak mümkündür. “Bir roman
yazdım,çünkü canım bir roman yazmak istiyordu.” (Eco, 1991:572)
Eco’nun
söylediklerine yakın bir ifadeyi Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanının
kahramanı olan Venedikli söylemektedir. Venedikli ömrünün son yıllarını kendi
keyfi için eğlenceli hikâyeler yazmakla geçirdiğini söylüyor. (Pamuk,
1993/A:170)
Venedikli ayrıca,
Evliya Çelebi’nin kendisine “hayatın en boş hikâyeler uydurup hoş hikâyeler dinlemek”
olduğunu söylediğini söylüyor. (Pamuk, 1993/A:171)
Venedikli’nin bu sözü
ise Eco’nun şu sözleriyle benzeşiyor. “İnsan doğuştan uyduran bir varlıktır.”(Eco,
1991:572)
2. Eğlence Amaçlılık
Umberto Eco ve Orhan Pamuk
arasındaki anlayış benzerliklerinden biri de eğlence maksadıyla eserlerini
kaleme almalarıdır. Yazarken eğlenmek ve keyif almak, yazarlar için amaçtır.
Aynı şekilde okuyucunun da eseri okurken eğlenmesi ve keyif alması
amaçlanmaktadır.
“Okuyucunun
eğlenmesini istiyordum. En azından benim eğlendiğim kadar.” (Eco, 1991.591) Bununla
beraber “Eğlenmek, sapmak, sorumlardan kopmak anlamına gelmez.” (Eco, 1991:591)
Yazarlar kendilerinin
eğlendiği gibi okuyucuyu da eğlendirmek için eğlenceli hikâyeler anlatırlar ve
ironik anlatıma başvururlar.
Eco’nun Gülün Adı’nı
kaleme alış sebebine benzer bir sebeple Orhan Pamuk, Beyaz Kale adlı romanını
kaleme almıştır:
“Uzun romanlar
arasında bir şey yazayım, diyordum, hikâyenin ön planda olduğu, yazarken beni
dinlendirecek, eğlendirecek bir nuvel.” (Pamuk, 1993/A:184)
3. Tarihe Yöneliş
Eco ve Pamuk’un
romanlarında tarihi konular işlenmektedir. Özellikle Eco’nun Gülün Adlı romanı
ve Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanı tarihi roman türünde kaleme alınmıştır. Gülün
Adı ve Beyaz Kale, tarihi roman olmaları yönünden benzeştikleri gibi bu
romanların yazarları da benzeşmektedir. Gülün Adı’nın ve Beyaz Kale’nin
başlarında anlatılan elyazması bulma olayı çevresinde ileri sürülen görüşler
anlayış benzerliklerini ortaya koymaktadır. Gülün Adı’nın beşinci basımının
sonuna eklenmiş “Sonrası” başlıklı yazıyla Beyaz Kale’nin ilk baskısından yer
almayan ve sonraki baskılarında birine yerleştirilen “Beyaz Kale Üzerine”
başlıklı yazı, yazarlarının anlayış benzerliklerini ele vermektedir.
En başta Eco’yla
Pamuk arasında tarihe ve tarihi hikâyelere duyulan ilgi bakımından bir benzerlik
vardır:
“Ben araştırma yapmak
için doğmuşum… Başka yollardan geçtimse de bu zevk beni hiç bırakmadı. Böylece,
Ortaçağ benim mesleğim değilse de hobby’m oldu… Başrahip Grivot’un ciltleri
kükürte bulanmış el kitapları yazdığı Autun nefleri altında gizli dinlenceler,
Moissac ve Conques’da Ahdi Cedid Yaşlılar’ı ya da lanetli ruhları kocaman
kazanlara atan şeytanlar karşısında gözlerim kamaşmış…” (Eco, 1991:574)
Orhan Pamuk ise
“Niçin tarihi romanlar yazıyorsunuz?” sorusunun cevabının düşünürken Eco’nun
söylediklerine benzer şeyler söylüyor. “Böylece her gün saatlerce, tozu alınan
karanlık apartman katında tozlar gölgeler gibi gene birikirken ben, fuhşa alet oldukları
düşünüldüğü için Azapkapı’daki maymuncu dükkanlarından alınarak ağaçlara asılan
biçare maymunların hikâyesini okurdum… Kolları, bacakları kırık olarak topun
içine yerleştirilip bir gülle gibi göğe fırlatılarak idam edilen suçlunun hikâyesine
dalardım.” (Pamuk, 1993/A:184)
Gündelik hayattan
koparak günlük hayatın içinden tarihe doğru olan bu yönelme, Eco ve Pamuk’ta
ortak bir noktayı teşkil etmektedir. Eco, köyle çayırlıkta yakılan bir noktayı
teşhir etmektedir. Eco, köyde çayırlıkta yakılan bir ateşin kıvılcımlarına
bakmazken onları ortaçağ rahibinin nasıl göreceğini bilmektedir. “Köyde,
çayırlıkta ateş yaktığımızda karım, ağaçların arasından yükselip ışık demetleri
boyunca uçuşan kıvılcımlara bakmayı bilmemekle suçluyordu beni. Sonra yangın
bölümünü okuyunca şöyle dedi: ‘Kıvılcımlara bakıyordun demek!’ Yanıtladım:
Hayır, ama bir ortaçağ rahibinin onları nasıl göreceğini biliyordum.” (Eco,
1991: 574)
Orhan Pamuk da “Her
şeyin birbirini tekrar ettiği ve radyonun hep aynı zırıltıyı çıkardığı kendi
katlarından babaannesinin katına çıkarak tarihi hikâyeler okuduğunu söylüyor.
(Pamuk, 1993/A:183) Orhan Pamuk ayrıca “Yazdığım ilk tarihi hikâyelerden birini
okuyan bir eleştirmen benim günün önemli sorunlarından kaçmak için tarihe
sığındığımı söylemiş” (Pamuk, 1993/A:184) diyerek eleştirmenin dediklerini
kabul ettiğini ima ediyor. Fakat yine de Beyaz Kale’yi yazış amacını farklı bir
sebebe bağlıyor: “Uzun romanlar arasında kısa bir şey yazayım diyordum, hikâyenin
ön planda olduğu, yazarken beni dinlendirecek, eğlendirecek bir nuvel” (Pamuk,
1993/A:184)
Eco ve Pamuk, çağın
problemleri adına yazmak yerine tarihe yönelmeyi tercih eder. Eserlerini sadece
yazma ve anlatma sevgisi için yazarlar. Eco, bu hususta şunları söylemektedir.
“Metni hiçbir çağcılık kaygısı gütmeksizin yazıyorum. Abbe Vallet’nin kitabını keşfettiğim
yıllarda, insanın yalnızca şimdiki zamana karşı bir yükümlülükten ötürü dünyayı
değiştirmek için yazması gerektiğine dair yaygın bir inanç vardı. Aradan on
yılı aşkın bir süre geçtikten sonra salt yazma sevgisinden ötürü yazabilmek (en
yüce saygınlığına yeniden kavuşturulmuş olan) yazın adamının en büyük avuntusu
şimdi.” (Eco, 1991:14)
Umberto Eco ve Orhan
Pamuk arasında var olan, tarihe yöneliş başlığı altında değerlendirebileceğimiz,
bir diğer benzerlik ise tarihe bugünden bakış veya tarihi bugünün anlayışıyla
değerlendirmektir. Günümüzdeki hadiselerin ve var olan şartların alt yapısını
oluşturan ve günümüz ortaya çıkan sonuçların sebeplerini içinde bulunduran tarihi
olayları böyle bir bakış açısıyla yansıtma konusunda Eco’nun görüşleri şöyle:
“Kanımca tarihsel bir roman, yalnızca geçmişte daha sonra olanların nedenlerini
belirtmekle kalmamalı, bu nedenlerin yavaş yavaş sonuçlarını göstermeye
yöneldikleri süreci de betimlemelidir.” (Eco, 1991:600) İşte bu sebeple dini
otoriteyle siyasi otoritenin ayrılması yani laiklik düşüncesinin ve giderek
modern devlet ve toplum örgütlenmesinin yolunu açan düşüncenin ve pozitif bilimin
köklerini, Gülün Adı adlı romanın kahramanlarından William’da bulabiliriz.
William, çömezi Adso tarafından şöyle tanıtılıyor: “İtalya’da ve ülkemde daha
önce tanıdığım Fransiskenler basit, çoğu kez okuma yazma bilmeyen adamlardı;
bilgisi beni şaşırttı. Ama o, gülümseyerek bana ülkesinin adalarında yaşayan
Fransiskenler’in başka bir kalıptan dökülmüş olduklarını söyledi: Gün gelecek,
doğanın gücünden yararlanılarak, tek bir adamın yönettiği ve yelkenli ya da
kürekle hareket eden gemilerden çok daha hızlı gemiler yapılacak: öyle arabalar
olacak ki hayvanlar tarafından hareket ettirilmeksizin, ölçülmez bir hızla
gidecekler ve içlerinde oturan bir adam bir kolu çevirince, tıpkı uçan kuşlar
gibi, yapay kanatlarını havada çırparak uçan donanımlar yapılacak. Kocaman
ağırlıkları kaldırabilen araçlar ve denizin dibinden giden taşıtlar yapılacak.”
(Eco, 1991:29)
William’ın düşünce ve
tasarımları Beyaz Kale’nin kahramanlarından Hoca’nın tasarımlarıyla
benzeşmektedir. Hoca’nın düşünce ve tasarılarını Venedikli Köle anlatıyor. “Bir
gün, ta Ay’a kadar gidecek bir fişek bile hazırlayabilirmiş: Sorun yalnızca
gerekli barut karışımını bulmak ve bu barutu taşıyabilecek hazneyi
dökebilmekmiş” (Pamuk, 1993/A:24) Hoca’nın Venedikli’nin de yardımıyla icat
ettiği Toraman adlı korkun silah da (Pamuk, 1993/A:141) bu yönde
değerlendirilebilir.
Ayrıca Hoca’nın
Osmanlı İmparatorluğu’nu gerileyeceği ve yıkılacağını tahmin etmesi de Beyaz
Kale’nin bugünün anlayış ve bilgileriyle tarihe ve tarihi olaylara yaklaşımın
bir ürünü olduğunu ortaya koyuyor: ”Mutsuzluğumu daha da artıran şey, muvakkithaneye
devam eden dostlarından ayrıntılarını öğrendiği Köprülü Mehmet Paşa
zaferleriydi. Donanmanın Venediklileri yendiğini, Bozcaada ve Limni’nin geri
alındığını, ya da isyancı Abaza Hasan Paşa’nın ezildiğini bana söylerken,
bunların son ve geçici başarılar olduğunu ekliyordu: yakında ahmaklığın ve
beceriksizliğin çamuruna gömülecek olan sakatın son kıpırdanışlarıydı bunlar.”
(Pamuk, 1993/A:61) “Bizim artık yokuşu inmeye başladığımızı yazıyormuş…Kurtulmamız
için bir an önce onlara boyun eğmekte başka çaremiz yokmuş, bundan sonra
yüzyıllarca boyun eğdirdiklerimizi taklit etmekten başka bir şey
yapamayacağımızı söylüyormuş.” (Pamuk, 1993/A:178)
4. Sembolik Anlatım veya Açık Yapıt Anlayışı
Umberto Eco,
“Sonrası” başlıklı yazısında romanına başlangıçta “Suç Manastırı” adını koymayı
düşündüğü fakat polisiye meraklısı baştan sona eylemlerden oluşan bir roman
peşindeki okuyucuları yanıltmak istemediği için başka isimler düşündüğünü
söylüyor. (Eco, 1991:569) Sonunda “Gülün Adı” isminde karar kıldığını ekliyor.
“Gülün Adı fikri
hemen hemen rastgele geldi aklıma; hoşuma da gitti, çünkü gül öylesine anlam
yüklü, simgesel bir nesnedir ki neredeyse hiçbir anlamı yoktur… Okuyucu haklı
olarak, (nominalist) okunuşlarını sonradan kavrasa bile, kitabın sonuna varmış,
kim bilir hangi başka seçimleri çoktan yapmış oluyordu. Bir kitabın adı
fikirleri karıştırmalı, onları bir araya toplayıp düzene sokmamalıdır.” (Eco, 1991:569)
Orhan Pamuk’un Kara
Kitap adlı romanının hem kahramanı hem de yazarı olan Galip yazdığı eserine
“Rüya ile Galip” adını koymadığını söylüyor. Çünkü bu isim daha çok aşk
romanını çağrıştırıyor: “Sonradan görme bir köşe yazarı değil de, meslek
erbabı, hüner sahibi bir yazar olsaydım, şimdi ‘Rüya ve Galip’ adlı eserimin
akıllı ve duyarlı okuyucularıma yıllarca eşlik edecek o sayfalarından birinde
olduğumu güvenle düşünürdüm.” (Pamuk, 1993/B:409) İşte bu yüzden romanın ismi
‘Rüya ile Galip’ olmadığı ve ‘Kara Kitap’ gibi simgesel bir isim kullanıldığı
için okuyucu romanın ismiyle muhtevası arasında, roman boyunca, ilgi kurmakta
ve yorum yapmakta zorlanıyor. Öyle ki Jale Parla tarafından “Kara Kitap Neden
Kara?” başlıklı bir yazı kaleme alınmıştır.(Esen, 1993:126)
Eco, simgesel anlatıma sahip oluş ve yoruma
açıklık hakkındaki görüşlerini ‘Açık Yapıt’ adlı eserinde açıklamaktadır.
“Yorumların ardışıklığına bakış açılarının evrimine olanak veren, ama aynı
zamanda bunları düzenleyen yapısal özelliklerle donanmış bir nesne” (Eco,
1992:8) “Açık Yapıt” sözünden anlaşılması gereken nedir? ‘Açık Yapıt’ her türlü
yoruma açık yapıttır. Orhan Pamuk bunu şu şekilde ifadelendiriyor: “Bir de
başka tür kitaplar vardır, bunlar yazarlarının hayalindeki yaşamlarını kahramanlarının
yani serüvenleri aracılığıyla değil, düpedüz kitapların kendi hikâyeleri
yüzünden sürdürürler.” (Pamuk, 1993/A:182) Eserlerin simgesel anlatıma sahip
oluşlarıyla yoruma açık hale geldiklerini düşünürsek Kara Kitap ve Beyaz Kale
gibi romanların birer açık yapıt olduğunu görürüz.
Eco’nun Gülün Adı’nın sonuna eklenmiş
“Sonrası” başlıklı yazısında, romanını yazma sebebini ve yazış sürecini bunlara
bağlı olarak da roman anlayışını açıklıyor demiştik. Eco, söz konusu yazısında
şu görüşlerini de açıklıyor: “Bir yazar kendi yapıtı üzerine yorum
yapmamalıdır, yoksa bir roman yazmamış olur; çünkü roman yorumlar üreten bir
makinedir.” (Eco, 1991:568)
Eco, adı geçen yazısında “Ne yazık ki bir
yapıtın adı aslında yorumsal bir anahtardır” (Eco, 1991:569) diyerek çeşitli
romanları (Kırmızı ile Siyah, Savaş ve Barış, Goriot Baba, David Capperfield,
Robinson Crusoe gibi romanlar) bu açından değerlendiriliyor.“Metin ortadan ve
doğru anlamları üretiyor... Yazar, yazdıktan sonra ölmelidir. Metnin gidişini
bozmamak için... Yazar, yorumlamamalıdır. Ama niçin ve nasıl yazdığını
anlatabilir.” (Eco,1991:570-571) Eco, bu şekilde kendi romanını niçin ve nasıl
yazdığını anlatıyor.
Romanın yorumlar üreten bir makine olması
sebebiyle kendi eserini yorumlayıp ilk şeklini ve yazış sürecini
anlatabileceğini düşünürsek, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı eserinde Eco’nun
yaptığına benzer bir iş yaptığını görebiliriz. Orhan Pamuk, Beyaz Kale’nin
sonundaki ‘Beyaz Kale Üzerine’ başlıklı yazısında Beyaz Kale’nin ilk şeklini ve
yazılış sürecini anlatıyor. Yazarın kafasındaki çevreden ve muhtelif sebeplerle
etkilenmelerden dolayı, ilk şeklini iyice yitiren bir romandan bahsederek bunun
önüne geçmek isteyen yazarların durumunu değerlendiriyor. Eco, okuyucunun
yorumlarıyla zenginleşen romandan bahsederken Pamuk, yazarın kafasında zamanla
iyice değişen roman imgesinden bahsediyor: “Sonunda, yazarın kafasındaki, kitap
imgesi, kitap dükkanlarında satılan ve yazarın niyet ettiği kitaptan bambaşka
bir şey olmaya başlayınca, yazar elinde kaçıp gitmekte olan bu ucubeye onu
nasıl ortaya çıkarttığını hatırlatmak ister.” (Pamuk, 1993/A:182–183)
5. Üst Kurmaca
Eco, işe yeni başlayan yazarların
utangaçlığıyla, ilk başta, yazmaktan çekindiğini ama bilinen bir ilkeyi yeniden
keşfiyle yazmaya başladığını söylüyor. “Kitaplar her zaman başka kitaplardan
söz eserler ve her öykü daha önce yazılmış bir öyküyü anlatır. Bu nedenle benim
öyküm bulunmuş bir elyazmasıyla başlayabilirdi, üstelik o da bu alıntı olacak
(doğal olarak). Böylece girişi hemen yazdım. Anlatım kasanın dördüncü katına,
öteki üç anlatının içine koyarak: Vallet’in Mobillion’un, Adso’nun söylediğini
söylüyorum ben.” (Eco, 1991:575) Böylece yazar, kendisine roman tekniği veya
üslup yönünden gelecek eleştirileri de, 80’nindeki bir kişinin gençliğindeki
olayları anlattığı düşünüldüğü için, bertaraf etmiş oluyor. Öncelikle hedefte
üç kişi daha var ki sıra ancak dördüncü olarak yazara gelmektedir. Aynı tekniği
Orhan Pamuk, Beyaz Kale adlı romanında kullanmıştır. Pamuk, bu konuda şunları
söylüyor: “Beyaz Kale’nin elyazmasını, İtalyan kölenin mi Osmanlı Hoca’nın mı
yazdığını ben de bilmiyorum. Sessiz Ev’in kahramanlarından tarihçi Faruk’a
duyduğu yakınlığı, Beyaz Kale’yi yazarken karşıma çıkan bazı teknik
zorluklardan (okuyucu için gerekli bazı açıklamalar, zorunlu tarihsel bilgileri
aktarmak vb) sakınmak için kullanmaya karar verdim. Onun aracılığıyla çözdüm
bir üslup ve teknik sorunu... Sessiz Ev’i bilenlerin hatırlayacağı Gebze
arşivinde bulunduğu elyazmasını Faruk da tıpkı Cervantes gibi vatandaşlarının
diline aktarırken başka kitaplardan metne bir şeyler eklemiş olmalı.” (Pamuk,
1993/A:188)
Orhan Pamuk’un Kara Kitap adlı romanı da bir
öykü olarak başta Mevlana’nın Mesnevisi ve Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ı olmak
üzere başka öykülerden bahsetmektedir. Kara Kitap bir öykü olmasıyla birlikte
kendi içinde onlarca öyküyü barındırmaktadır. Aynı zamanda Kara Kitap “hikâyenin
kendisinden çok hikâye anlatma üzerinde” duran bir roman olduğu için edebiyat
araştırmacısı Berna Moran Kara Kitap’ın üst kurmaca (metafiction) olduğunu
söylüyor. (Esen, 1992:100) Aynı şey Gülün Adı ve Beyaz Kale için de
söylenebilir. Bu iki romanın bulunmuş bir kitaptan alıntı olduğu yazarları
tarafından iddia edilmektedir. Gülün Adı romanıyla Beyaz Kale romanı arasındaki
benzerlikler, elyazmasının bulunuşu, elyazmasından etkilenme, elyazmasının
tarihi değeri, uzmana danışma ve araştırmalar sonucu hayal kırıklığına uğrama
gibi bir takım yönlerde ortaya çıkmaktadır.
6. Elyazmasının Bulunması
“16 Ağustos 1968’de Vallet diye bir rahip
tarafından kaleme alınmış bir kitap geçti elime.” (Eco, 1991:9)
“Bu elyazmasını, 1982 yılında, içinde her yaz
bir hafta eşelenmeyi alışkanlık edindiğim Gebze Kaymakamlığı’na bağlı o döküntü
“arşiv” de, fermanlar, tapu kayıtları, mahkeme sivilleri ve resmi defterle
tıkış tıkış doldurulmuş tozlu bir sandığın dibinde buldum.” (Pamuk, 1993/A:7)
7. Elyazmasından Etkilenme
“Büyük bir düşünsel coşkuyla, büyülenmiş,
Melkli Adso’nun korkunç öyküsünü okuyordum.”Eco, 1991:9)
“İlk zamanlarda kitabı yeniden yeniden
okumaktan başka, ne yapacağımı bilmiyordum pek. “(Pamuk, 1993/A:8)
8. Elyazmasının Tarihî Değeri ve Uzmana Danışma
“Millo Temervar’ın Satranç Oyununda Ayna
Kullanmasına Dair adlı kitapçığının Standart İspanyolca bir nüshasına
rastladım... Kitapta, Adso’nun elyazmasından birçok alıntı görmek şaşırttı beni...
Daha sonra bir bilgin (ezbere dizinle alıntılayarak), büyük Cizvit’in Melkli
Adso’nun hiç sözünü etmediğine dair güvence verdi bana. Ama Temervar’ın
sayfaları gözlerinin önündeydi; aktardığı olaylar da Vallet’in elyazmasındakilere
tıpa tıp uyuyordu. (Özellikle labirentin betimlemesi kuşkuya yer bırakmıyordu.)”
(Eco, 1991:11)
“Kitaptaki olayları tarihsel bilgilerimiz
genellikle doğruluyordu. Küçük ayrıntılarda bile bazen bu doğruluğu gördüm.
Müneccimbaşı Hüseyin Efendi’nin katilini, IV. Mehmet’in Mirahor Köşkündeki tavşan
avını Naima’nın da benzeri biçimde anlatması gibi.” (Pamuk, 1993/A:8)
“Bir profesör arkadaşım, ısrarım üzerine
karıştırdığı elyazmasını bana geri verirken, İstanbul’un arka sokaklarındaki
ahşap evlerde, içinde bu tür hikâyelerin kaynaştığı elyazmalarından on binlerce
olduğunu söyledi.” (Pamuk, 1993/A:9)
9. Yayımlamada Karşılaşılan Güçlükler
Eco, romanını yayımlatmada karşılaştığı
güçlükleri anlatır. “Melkli Adso, çok yansız bir ad; çünkü Adso hep anlatıcının
sesiydi. Ama bizde yayımcılar özel adlar sevmezler.” (Eco, 1991:569)
Pamuk’u temsilen Faruk’da hikâyesini
yayımlatmada karşılaştığı zorlukları anlatır: “Korktuğum gibi basmadılar bu
maddeyi, ama bilimsel kanıt yokluğundan değil, anlattığı kişi yeterince ünlü bulunmadığı
için.” (Pamuk, 1993/A:9)
Üst kurmaca olan Gülün Adı ve Beyaz Kale’nin
iskeletini birer bulunma elyazması ve elyazmasında anlatılanlar
oluşturmaktadır. Teknik olarak Beyaz Kale ve Gülün Adı üst kurmaca olmaları
sebebiyle bir benzerlik taşıdıkları gibi muhtevaları ve hikâyelerinin konuları
ile de benzerlik göstermektedirler.
10. Anlatıcıların Benzerliği
Umbert Eco ve Orhan Pamuk’un romanlarında
anlatıcı benzerliğini araştırdığımızda bu romanlardan Eco’nun Gülün Adı adlı
romanıyla Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanı arasında bir benzerliğe rastlamaktayız.
Gülün Adı adlı romanın anlatıcısı Adso, 80
yaşlarında iken geçmişteki olayları hatırlıyor ve anlatıyor. Roman bir
elyazması anı defteri şeklinde düzenlenmiştir. Adso, romana konu olan olayları
başlangıcından sonuna kadar anlatmaktadır:
“... Pisa kuşatması, babamın tüm dikkatini
askeri kaygılara çekti. Ben de, bundan yararlanarak, biraz aylaklıktan, biraz
da öğrenme isteğinden, Toscana’nın kentlerinde dolaştım. Ama annemle babam, bu
disiplinsiz, başıboş yaşamın, kendini düşünce yaşamına adamış bir yeniyetme
için uygun olmadığını düşünüyorlardı.” (Eco, 1991:26)
Adso, bu sebeple anne babasının kendisini
bilgili Fransisken’in yanına, Baskervilleli Willaim’ın yanına, öğrenci olarak
verdiklerini söylüyor.
Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanındaki
anlatıcı Venedikli de yaşlılık döneminde geçmişte yaşadıklarını kaleme alır. Romana
konu olan olayları Venedikli bir anı defteri şeklinde okuyucuya aktarır.
Anlatım Gülün Adı’nda olduğu gibi teklik şahıs (ben) anlatımıdır:
“... O zamanlar, annesinin, nişanlısının ve
dostlarının başka bir adla çağırdıkları başka bir insandım. Bir zamanlar ben
olay ya da şimdi öyle sandığım o kişiyi arada bir hala rüyalarımda görüyorum ve
terle uykudan uyanıyorum...” (Pamuk, 1993/A:13)
“Venedik’ten Napoli’ye gidiyorduk Türk
gemileri yolumuzu kesti.” (Pamuk, 1993/A:9)
Birinci teklik kişi (ben) anlatımıyla geçmişe
yönelinerek hatıraya benzer bir türde kaleme alınan Eco’nun Gülün Adı adlı
romanında anlatıcı yer yer anlattığı olaylara müdahale etmektedir:
“Böylece, üstadım günden güne daha iyi
tanıyıp yolculuğumuzun birçok saatini, yeri geldikçe azar azar anlatacağım,
uzun konuşmalarla geçirdikten sonra, manastırın bulunduğu tepenin eteklerine vardık.
Şimdi öykümün de manastıra ulaşma vakti geldi; dilerim olanları anlatmaya
hazırlanırken elim titremesin.” (Eco, 1991:31)
Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanı da ben
anlatımının geçmişe yönelerek anlattığı olayları içermektedir. Beyaz Kale’nin
anlatıcısı olan Venedikli de Adso gibi yer yer anlattığı olayların arasında
girerek konuşmaktadır: “... Bir gün bu yazdıklarımı sabırla sonuna kadar okuyan
birkaç kişi, o gencin ben olmadığını anlayacaklardı diye kendimi teselli
ediyorum.” (Pamuk, 1993/A:13) “Bu yazdıklarımı sonuna kadar okuyan kim, olup
biteni, ya da hayal edip anlatabildiğim her şeyi sabırla izleyen hangi okuyucu,
Hoca’nın bu sözünü tutmadığını söyleyebilir?” (Pamuk, 1993/A:50)
Gülün Adı’yla Beyaz Kale arasında
anlatıcıların benzerliği yanında anlatımın geçmişe, gençlik dönemine yönelmesi
ve tekrar yaşlılık dönemine doğru olayları aktararak gelmesine bakarak zaman
kullanımında bir benzerlik olduğu da söylenebilir. Yalnız Gülün adı yedi günde
olanları aktarırken Beyaz Kale uzun yılları içine alan olayları aktarmaktadır.
Son Söz Yerine
Bu yazıdan sonra Orhan Pamuk’un Beyaz Kale
adlı romanı üzerindeki tartışmalar yeni bir boyut kazanacaktır.
Beyaz Kale’de Orhan Pamuk konunun işlenişi
açısından ve gerilim unsuru olarak kullandığı benzerler ve yer değiştirme
temasının da orijinal olmadığını söylüyor. Bu temanın da bir konu olarak alınma
olduğunu anlamaktayız. “Bu ikili arasındaki ruhsal ilişki ve gerilim bir anda hikâyenin
temel noktası oluverdi... Belki de hayal gücümün bir anlık tutukluğundan,
böylece, bir özdeşlik düşüncesi doğdu. Bu noktadan sonra edebiyat tarihi
denilen, hazinenin o ünlü ikizler, benzerler, birbirlerinin yerine geçen
çiftler temasını atlayabilmek için benim öyle çok fazla hayal kurmam
gerekmediğine, edebiyatı severek tanıyan okuyucularım hemen karar verecektir.”
(Pamuk, 1993/A: 186)
Venedikli’nin Türklere esir düşmesi ve
benzerlerin yer değiştirmesi temasının alınma oluşundan sonra Pamuk’un Beyaz
Kalesi’ni özgün kılacak şey anlatım tekniğidir. Beyaz Kale’de Pamuk, Eco’nun Gülün
Adı’nda kullandığı tekniğin hemen hemen aynısını kullanmıştır.
Tüm bu benzerliklerden sonra Beyaz Kale’de
Orhan Pamuk’u özgün kolan ne olacaktır? Aslında, Orhan Pamuk, Beyaz Kale’nin
sonundaki Beyaz Kale üzerine adlı bölümde bunu açıklamaktadır.
“Avcı Mehmet’in gördüğü ve kahramanlarımın
yorumladığı rüyalardan bazılarını aslında ben düşledim (eli çuvallı karanlık
adamlar). Tıpkı İtalyan köleme çocukluğumda yapıldığı gibi benimde yeni elbisemi,
üstünü başını paraladığı için ağabeyime giydirdiler, ama kitaptaki gibi kırmızı
değil, mavi beyazdı. Soğuk kış sabahlarında benle kardeşimi götürdüğü bir
gezintinin dönüşünde annem bize bir yiyecek alırsa (helva değil, acıbadem
kurabiyesi) Hoca’nın annesi gibi söylerdi: “Kimse görmeden şunları
yiyiverelim.” Kitaptaki kırmızı saçlı cücenin, çocukluğumuzun klasiği “Kırmızı
Saçlı Çocuk’la ya da yazdığım ve yazacağım kitapların cüceleriyle ilgisi
yoktur. 1972 yılında Beşiktaş çarşısında gördüm...” (Pamuk, 1993/A:190 – 191)
Orhan Pamuk, bu şekilde kendisine ait olan
malzemeyi sayıp döküyor. Bu malzemelerin orijinal veya kendine has olduğunu
söylüyor. Edebiyatımızın içinde edebiyatçılarımızın gerçek yerlerinin neresi
olduğu kararını elbette ki edebiyat araştırmacılarımız ve edebiyatseverlerimiz
verecektir. Bizim sonuç yerine söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Sonsözü
okuyucu söyleyecektir.
KAYNAKLAR
1.
ECO,
Umberto, Gülün Adı, 5. Basım, Can Yayınları, İstanbul 1991
2.
ECO,
Umberto, Açık Yapıt, 1. Basım, Kabalcı Yayınları, İstanbul 1992
3.
ESEN,
Nüket, Kara Kitap Üzerine Yazılar, Can Yayınları, İstanbul 1992
4.
MARQUEZ,
G.G, Yüzyıllık Yalnızlık, 10. Basım, Can Yayınları, İstanbul 1993
5.
PAMUK,
Orhan, Beyaz Kale, 11. Basım, Can Yayınları, İstanbul 1993/A
6.
PAMUK,
Orhan, Kara Kitap, 16. Basım, Can Yayınları, İstanbul 1993/B
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz kaydedilmiştir. Teşekkür ederiz.